İçeriğe geç

Tanrı’nın Babil Kulesi Yanılgısı

Bir Gal deyişinde, dikkat çekici bir şekilde “Heb iaith, heb genedl”, yani “Dil yoksa ulus yoktur” denilmektedir (Nettle ve Romaine, 2002, s. 49). Dil burada ulus ile özdeş tutularak, belli ki onun mutlak bir kimliği, bir işareti ve yaşayakalması için bir şartı olarak görülmektedir. Tabiî “ulus” sözcüğünün yerine “halk” veya “kabile” gibi “küçük cemaatler”i de koymak mümkün. Bu haliyle, ister ulus diyelim ister halk ya da kabile, dilin ölümü ile topluluğun yok olması arasında bir nedensellik kurulmuşa benziyor. Galce’nin, yaygın bir dilken İngilizce karşısında önemli oranda gerilemesi ve anlaşılan o ki, Galliler’in bundan kaygı duyması, kendi bağlamı içinde, anlamlıdır; bununla birlikte, meselenin daha çok duygusal yanına denk düşmektedir. Çok açıktır ki, bir topluluğun varlığının devamı ile dillerinin korunuyor olması arasında zorunlu bir nedensellik kurulamaz, daha çok olumsal bir ilişki söz konusudur. Her topluluk kendisini diğer topluluklardan ayırmak için ülküleştirilmiş değerlerle tanımlasa da, bu değerler, mutlak olmaktan uzak bir şekilde, kültürleşme sürecinin etki ettiği bir yeniden tanımlanma/biçimlenme şeklinde tezahür etmektedir; birçok durumda ise yabancı unsuların politik, kültürel ve ekonomik baskısı sonucu değişime zorlanmaktadır; topluluk da aynı şekilde, sürekli bir yeniden biçimlenmedir veya biçimlenmeye zorlanmadır. Kuşkusuz bu yeniden biçimlenme, uzun yılları kapsayan bir süreç olarak düşünülmelidir. Bu süreçte, ister köklü bir ulus ister yerli bir kabile olsun, homojen olarak “hayal edilen cemaatler” (Anderson, 2011), yabancı unsurlarla kültürleşerek veya yabancı unsuların baskısı altında, varlığını, dilin de içinde olduğu yeni şartlara uygun olarak sürdürebilir. Böylelikle dilbilimsel bir tespit olarak dilin ölümü gerçekleşse bile, bazı örneklerde, topluluğun özellikle genç nüfusu başka bir dili konuşarak hayatlarını sürdürüyor olabilir. Cornwall halkının konuştuğu Kernevekçe (Cornish), dilin ölmesi ile halkın yaşayakalması arasındaki olumsal ilişkiye bir örnek olarak gösterilebilir. Ne var ki, ilişkinin olumsal olması, başka örneklerde dil ile topluluğun yaşayakalması arasında nedensel bir ilişki kurabilmemize engel olmaz. Nitekim başka bazı örneklerde durum hiç de iç açıcı değildir. Örneğin Meksika’da, yerli bir dil olan Ixcatec dili, küçük bir bölgede konuşulmaktadır ve geriye sadece 21 konuşucusu kalmıştır; “neredeyse ölü bir dil”dir. Benzer bir örnek Endonezya’da konuşulan Hoti dili için de geçerlidir. 1987’de 10 yaşlı konuşucusu olduğu tespit edilmiştir; günümüzde ise büyük olasılıkla hiçbir konuşucusu kalmamıştır ve bu haliyle, sınıflamada “ölü diller” arasında yer almaktadır (Ethnologue: Languages of the World, 2016). Yalnızca bu iki örnek bile (ki daha bir sürü örnek vardır ve genellikle küçük yerel toplulukları ve dilleri kapsamaktadır), tek bir bölgede – ve büyük olasılıkla da dar bir bölgede – konuşulan bir dilin ölümü ile halkların ya da topluluğun yok olması arasında trajik bir eş-zamanlılık olabileceğini göstermektedir. Dolayısıyla, Gal deyişi bu örnekler bağlamında, oldukça gerçekçi bir konumda durmaktadır. Ama trajik olan tek başına eş-zamanlılık değildir; gerçekte trajik olanı, kaybolan dillerin, arkalarında bir iz bırakmadıkları durumlarda gerçekleşmektedir. Kaybolan bir dil, dilbilimsel olarak akraba bir dille ilişkilendirilebildiğinde ya da herhangi bir şekilde kayıt altına alındığında, canlı bir dil olmasa bile, dilbilimsel anlamda varlığını sürdürebilir. Oysa günümüzde dahi, yerli halkların konuştukları dillerin önemli bir kısmı yazıya geçirilmemiştir; bu dillerin yok olması, arkalarında bir kara delik bırakmaları anlamına gelecektir ve bunun olası etkileri, yalnızca dilbilimsel boyutta değil, bir bütün olarak insanlığın birikimsel bilgi deposundaki ve anlam çeşitliliğindeki açılacak bir boşlukta ve dahası, ekosistemin sürdürülebilirliği boyutunda kendini gösterecektir. Çünkü her dil (ve özellikle de küçük bir topluluk tarafından paylaşılan diller) o dili konuşan bireylerce edinilen deneyime dair bilginin kodlandığı bir taşıyıcıdır ve insanlığın sahip olduğu toplam bilgi birikimi de tek tek her dilin taşıdığı bilgilerin sunduğu katkılardan oluşmaktadır. Bunu pekâlâ bir kütüphane ve içindeki kitaplar gibi düşünebiliriz. Bir dil geride iz bırakmaksızın yok olursa, o dilde kayıtlı olan bilgilerden de mahrum kalacağımızı, bu bilgilerin aynı zamanda yerel ekolojiye dair bir içerimde de olacağından, sürdürülebilir ekolojik denge için ayrıca önemli olduğunu söyleyebiliriz. Yerel dilde taşınan bilgiler, yerel ekosistem ile girilen çok yönlü ilişkinin bir yansıması olarak, doğal çevreye oldukça duyarlıdır ve büyük olasılıkla da, modern tekniklerin olabileceğinden daha fazla doğayla uyumludur. Böyle bakılabildiğinde, dil ölümlerinin neden kaygı verici ve önemli olduğu bir parça daha anlaşılır olmaktadır ve dahası üzerinde düşünmeye başlamak için bizleri uyarmaktadır.

Dillerin kaybının geride bırakacağı boşluklardan bu makalenin izin verdiği ölçüde söz etmeden önce, biraz sıkıcı da olsa sayısal birkaç veriye bakmak iyi olabilir. Dünya üzerinde konuşulduğu düşünülen dillerin yaklaşık yüzde 4’ünün, dünya nüfusunun yüzde 96’sı tarafından konuşulduğu tahmin edilmektedir (Crystal, 2010, s. 28). Geriye kalan yüzde 96’lık kısım ise, dünyanın genel nüfusu dikkate alındığında oldukça önemsiz bir yüzde tarafından konuşuluyor gibi durmaktadır: Sadece yüzde 4. Ancak güncel olarak tespit edilebilmiş yaşayan dillerin sayısının ne kadar olduğunu söylediğimizde, ortaya çok çarpıcı sonuçlar çıkmaktadır. Dünya üzerindeki yaşayan dillerin sayısı, Ethnologue: Languages of the World (2016)’e göre 7,097’dir. Bunun anlamı yaşayan dillerin 6,813’ünün, dünyanın yüzde 4’ü tarafından konuşuluyor olduğudur. Başka deyişle, 6,813 dil, oldukça çok sayıda küçük yerel topluluk tarafından konuşulmaktadır. Aynı zamanda tehlikede olan ve/veya ölü dillerin sayısının 2,444 olduğu düşünüldüğünde, yeterince ciddiye alınacak oranda dilin yok olmuş olduğu veya yok olmakla karşı karşıya kaldığı görülecektir. Kuşkusuz, dünya nüfusunun yüzde 96’sının konuştuğu büyük diller hesaba katıldığında, zaten çok küçük bir yüzde tarafından konuşulan dillerin yok olmasının, genel dünya düzeninde bir eksikliğe yol açmayacağına inanmak kolaydır. Eğer bakış açımız gerçekten bu ise, bunu değiştirmek hepimiz için iyi olacaktır; çünkü her dilin ölümü, farkında olmasak bile, yüzde 4’lük nüfusun dışındakileri de ilgilendiren çok önemli sonuçlar içermektedir.

Dillerin önemini iki ayrı düzlemde ele almak başlangıç için yararlı olacaktır. Birinci düzlem, dilin, tek tek bireyler için ve bireylerin kendilerini ait hissettikleri halklar/topluluklar için taşıdıkları önemdir. Bu düzlemde dilin, iletişimsel bir araç olmasının yanında, kısaca, vazgeçilmez bir kimliksel değer olduğunu ve birer anlamlandırma çerçevesi sunduğunu söyleyebiliriz. Burada dil, gelecek nesillere aktarılacak, tekil bir topluluğun hayati önemdeki simgesel değerlerinden biri olarak görülür ve sahiplenilir.

İkinci düzlem ise, tekilliklerden çok, tüm insanlığı ilgilendirmesi ölçüsünde genel bir boyuta işaret etmektedir. Bu kısa yazıda üzerinde duracağımız kısım da bu olacaktır. İkinci düzlem, ilk düzlemden bütünüyle yalıtık olmamakla birlikte, tek tek bireylerin ya da halkların ötesinde, tüm insanlığın kültürel ve bilgi birikimine ve bir bütün olarak ekosisteme dair içerimleri olması sebebiyle “herkesi ilgilendiren” olarak isimlendireceğim bir anlam taşımaktadır. Bir dilin yok oluşu, başka deyişle ölümü, o dili konuşanlar için kayda değer bir kültürel yıkımdır ve yeterince trajiktir; fakat bir dilin ölümü, sadece o dili konuşanları ilgilendiren bir şey olarak kalmaz; aksine (farkında olunmasa bile) kilometrelerce ötedekileri dahi ilgilendiren üzücü bir durumdur. Kuşkusuz, “kilometrelerce ötedekiler” diyerek, aslında bir bütün olarak insanlığı kastetmek istiyoruz. Bu ise bir bireyin ya da halkın veya cemaatin sahip olabileceğinden çok daha ötesine işaret etmektedir: İnsanlığın kolektif bilgi deposu ve kültürel çeşitliliği. Crystal (2016, s.51) dillerin çeşitliliğinin geleneksel kültürel zenginliğimiz olduğunu ve insanî olarak ifade gücümüzü yansıttığını ifade etmektedir. Bu başta tuhaf gelebilir; binlerce farklı dildense, Tanrı’nın lanetinin aksine herkesin birbirini rahatlıkla anlayabileceği birkaç dil hatta bir dil olması, hayatımızı daha kolay yaşanır hale getirebilirdi. Bu oldukça makûl görünüyor; fakat daha çok gerçeği ıskalamaktan ibarettir. Dillerin çeşitliliği, aslında tam da Crystal (2016)’in kitabında birçok yerde vurguladığı gibi, insanlık için vazgeçilmez bir yaşamsal kaynaktır; kültürel çeşitliliktir ve anlam dünyalarıdır. Her dil insanlık için farklı birer anlam çerçevesi sunmaktadır ve dolayısıyla farklı birer bakış açısıdır. Taylor (1996, s. 74), “insan kültürlerinin hepsinde, tüm insanlığa söylenecek önemli bir şeylerin bulunduğunun kabul edilmesi”nden söz etmektedir. Her ne kadar dil ile kültürün aynı şeyler olduğu söylenemezse de, Taylor’ın bu deyişini, pekâlâ her dil için düşünebiliriz. Bunun anlamı, her dilin insanlığa bir şeyler kattığı ve bir şeyler söylediğidir. Ama asıl önemlisi her dil, insanlığın kolektif bilgisinin eşsiz kaynaklarıdır – yaşamsal kaynak dediğimizde de bu kastedilmektedir. Günümüzde belki en çok bilinen veya genel geçer kabul edilen dilleri; İngilizce’yi veya Çince’yi göz önüne getirdiğimizde, bu söylenenler pek bir anlam ifade etmeyebilir; İngilizce’nin veya Çince’nin tehlike altında olduğunu düşünmemiz için bir gerekçemiz yoktur. Ne var ki, yerli diller söz konusu olduğunda, bambaşka bir durumla karşılaşmaktayız ve bu insanlık için kaçınılmaz önemde olan bir şeye işaret etmektedir. Bir dil yok olduğunda, o dille birlikte, insanlığın kolektif bilgi deposunun bir kaynağı da kurumuş olmaktadır ve söz konusu dil, eğer arkasında yazılı bir döküm (hiç değilse sesli bir kayıt) bırakmamışsa, bu büyük bir yıkımdır. Birçok yerli dilin yok olmasıyla ortaya çıkan sonuç da aslında budur. Özellikle, küçük topluluklar tarafından konuşulan yerel diller, çevreleriyle girdikleri ilişkilerden edindikleri deneyimleri kodladıkları bir dilsel yapıya sahiptirler. Bu dilsel yapılar ve içerdikleri anlamlar, Batı merkezli bakış açısından “ilkel ve geri kalmış” olarak kabul edilse bile, gerçekte muazzam zenginlikte dilbilimsel olanaklar sunmaktadır. İngilizce’nin saldırısı altında yok olmakla karşı karşıya olan, Papua Yeni Gine’de Sepik ve Ramu ırmaklarının ortasındaki Gapun köyünde konuşulan Tayap dili, başka hiçbir dilde bulunmayan yapısal çeşitliliği ve kendine özgü sözvarlığı ile böyle bir zenginliğe örnek olarak gösterilebilir (Nettle ve Romaine, 2002, s.33). Bu dil yok olduğunda arkasında kara bir delik bırakacağını söylemek abartı olmayacaktır. Bu kara delik, yalnızca dilbilimsel değil, aynı zamanda ve çok daha önemlisi, insanlığın kolektif bilgisinde telafisi olmayacak bir delik anlamına gelecektir. Nitekim Tayap gibi yerel diller (ki bunların sayısı çok fazladır), yalnızca dilbilimsel özellikleri ile değil, yaşadıkları çevrelerine dair içerdikleri bilgiler bağlamında da benzersizdirler ve yok olduklarında, büyük ihtimalle yerine konulması mümkün olmayan bu bilgiler de yok olacaktır. Bugün topluca Batı tıbbı diye tanımlanagelen ve büyük oranda teknolojiye bağımlı tıp biliminin, yerli kabilelere mensup kadınların ilaç yapmak için topladıkları bitkilere, ağaç köklerine dayandığını düşünmek ilk başta zor olabilir. Ne var ki, yerli kabilelerdeki ilaç yapımı hakkındaki yerel dilde kodlanan bilgiler, tam da bugünkü tıp biliminin temel kaynağını teşkil etmektedir. Aynı şekilde, bugünkü denizcilik bilimi, kullanılan gelişmiş teknik gereçler yokken bile Pasifik yerlilerince denizaşırı yolculuklardan elde edilen deneyim ve bilgi birikimiyle bugünkü halini almıştır. Yine haritacılık ve bununla bağlantılı olarak coğrafya bilimine dair bilimsel ilerlemeler, Batılı kâşifler ilk kez ayak bastıkları toprakların haritalarını yapmazdan önce, yerli halkların kendi geleneksel yöntemleriyle çizdikleri haritalara çok şey borçludur (Conner, 2012, ss. 31-70). Tüm bu bilgiler, büyük olasılıkla, yerli halkların konuştukları yerel dillerinde saklanıyor ve nesilden nesile aktarılıyordu; neyse ki, yok olmalarından önce, Batılılar tarafından keşfedilmiş olmalılar. Oysa geçmişte birçok dilin, içerdikleri bilgiler ile birlikte uzun süre önce iz bırakmaksızın yok olduklarını söylemek mümkün. Tabiî burada, yerli halkların bilgilerinin Batılı bilim insanlarının bilgilerine mutlaka yeğ tutulması gerektiği gibi bir öneride bulunmuyoruz; aksine, birikimsel doğası gereği bilginin tarihsel süreçte nasıl geliştiği bağlamında, çoğu zaman göz ardı edilen, yerli halkların ve konuştukları dillerinin toplam bilgi birikimimize olan katkısına vurgu yapmak istiyoruz. Bunun günümüzde de geçerli olduğunu kanıtlayan pek çok örnek bulunabilir; keza bilimsel ilerlemelerin, yerli halkların geleneksel yöntemlerinden ve bu yöntemleri aktardıkları dillerinden öğreneceği hâlâ pek çok şey vardır. Gelgelelim sadece bir örnek olarak, 1492’de Amerika kıtası keşfedildiğinden beri kara üzerinde konuşulan yerel dillerin ve halkların önemli bir kısmının süreç içinde yok edildiğine ve daha korkuncu, yaşayan dillerin en az yarısının da, belki de daha fazlasının, gelecek yüzyılın eşiğinde ortadan kalkacağına dair öngörüler (Nettle ve Romaine, 2002, s. 25, 56) düşünülürse, insanlığın büyük bir maliyet ile karşı karşıya kalacağını tahmin etmek hiç de zor görülmemektedir. Büyük bir açmazdır bu, aynı zamanda korkunç bir gelecek tasavvurudur; ama burada bitmemektedir.

Dillerin yok olmasının, “herkesi ilgilendiren” düzlemindeki bir diğer ilişkili boyutu, bir bütün olarak tüm canlı hayatını içeren ekosistemle ile alakalıdır. Günümüzde ekosistemimizin bir kriz içinde olduğunu çeşitli haber kanallarında ya da popüler bilim dergilerinde okumak, dinlemek, karşılaştığımız en sıradan şeylerden biri haline geldi. Örneğin bir canlı türü daha yok olduğunda, bunun ekosistem üzerinde ne gibi etkilerde bulunacağı türden yazılara sıkça rastlayabiliriz. Oysa ekosisteme yönelik bozucu etkiler, yalnızca canlı çeşitliliğinin azalmasından kaynaklanmıyor; çoğu zaman göz ardı edilmiş olsa dahi, dilsel çeşitlilik ile biyolojik çeşitlilik ve dolayısıyla ekosistem arasında da kayda değer bir ilişkinin olduğu söylenebilir. Nettle ve Romine’in Kaybolan Sesler isimli kitabının tezlerinden biri budur. Gerçekten de, Nettle ve Romaine’in son derece inandırıcı bir şekilde gösterdiği gibi, biyolojik çeşitliliğin yoğun olduğu dönenceler arasındaki bölgelerde, dilsel çeşitliğin de yoğun olması ve hatta neredeyse örtüşmeleri, dilsel çeşitlilik ile biyolojik çeşitliliğin yakın ilişkide olabileceğini düşündürmektedir. Dönenceler arasında yer alan tropikal ormanlar ve bölgeler, dünya canlı türlerinin yüzde 50-90’ına yaşam alanı sunmaktadır ve yine aynı bölgeler, yukarıda sayısını vermiş olduğumuz yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olan dillerin önemli bir kısmı da dâhil olmak üzere, bütün dillerin yüzde 70’inden fazlasına sahiptir (Nettle ve Romaine, 2002, s.64-65). Örneğin dünya canlı türlerinin önemli bir kısmına ev sahipliği yapan Papua Yeni Gine’de, aynı zamanda 840 farklı dil kaydedilmiştir ve bunların 37’si ölü dil olarak sınıflandırılmışken, 114’ü de tehlike altında kabul edilmektedir (Ethnologue: Languages of the World). Benzer örnekler Orta Afrika’da, Avustralya kıtasında ve Orta Amerika’da da görülmektedir. Buraların aynı zamanda ekosistemin kararlılığı açısından ne denli kilit önemde bölgeler olduğu hesaba katıldığında, dilsel çeşitliliğin korunmasının önemi de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Nitekim yerli halkların, yaşadıkları çevreyle girdikleri ilişkiden ortaya çıkardıkları geleneksel bilgi sistemlerinin ve bunları aktardıkları dillerinin incelenmesinin sürdürülebilir kalkınma sorunlarının çözümünde yardımcı olacağına (Nettle ve Romaine, 2002, s. 280) inanmamak için fazla bir gerekçemiz yoktur. Yerli halkların, çevrelerindeki türsel çeşitliliğe dair, her şeyden önce işlev gözetilerek oluşturageldikleri geleneksel sınıflandırmaları, Batılı bilim insanlarının oluşturdukları “bilimsel” taksonomilere göre, ekolojik çevreyle çok daha duyarlı gibi görünmektedir. Tekil dil grupları; besin toplama, hastalıkları iyileştirme ve ekolojik nişlerindeki unsurlarla girdikleri mücadele konularında, yerli halkların buldukları benzersiz çözümlerini yansılayan özelleşmiş sözcüklere sahiptir (Linden, 1991, s.46). Örneğin balıkların yaşam çevrimlerinde aldıkları değişik şekillerine ve büyüklüklerine göre her birinde farklı isimlendirilme yapılması (Nettle ve Romaine, 2002, s.132), yerel dilin yalnızca yüzeysel bir bakış açısıyla sözcüksel zenginliğini değil, aynı zamanda yerli dillerin doğayı ne oranda yansıladığını ve bir gözlem zenginliğini içerdiğinin iyi bir örneği olarak görülmelidir. Bu sınıflandırmalar veya sözcükler, kuşkusuz yazılı olarak aktarılabilmektedir; fakat önemli oranda dil hâlâ sözlü olarak aktarılmaktadır. Bunun önemli bir riski içerdiği ortadadır; zira bu gibi diller yok olduğunda, biyolojik çeşitliliğe dair bilginin bir kısmı da yok olacaktır. Nitekim tehlike altındaki diller dikkate alındığında, bu hiç de uzak bir ihtimal değildir. Dilsel çeşitliliğin oldukça yoğun olduğu Papua Yeni Gine’de, bazı büyük dil toplulukları dışında kalan dillerin konuşucuları, bazı dillerde 500’ün de altındadır. Bu kendinden menkul bir tehlike altında olmayı işaret etmese bile (çünkü dillerin tehlike altında olması tek başına kişi sayısı ile alakalı değildir), geçmişte yaşanan örnekler insanı huzursuz etmeye yetmektedir. Kaldı ki, ölen bir dil, arkasında yazılı ya da sesli bir kayıt bıraksa bile, artık canlı bir dil olmadığı için, aktif kullanıcıların hâlâ olduğu zamanlardaki kadar akıcı da olamayacak, kendini yenileyemeyeceği için de, var olan sözcük dağarcığı gelişmeyeceği gibi, süreç içinde bütünüyle unutulmakla da karşı karşıya kalacaktır.

Nettle ve Romaine (2002, s.73)’in verdiği şu örnek bu anlamda düşünülmeye değerdir: Filipinlerde dağlık ve yoğun ormanlık Mindora adasında yaşayan 12,000 kişilik Haunoolar, kendi çevrelerine dair 450 tip hayvanı, 1500 bitkiyi ayırt edebilmektedirler ve bölge bitkilerine ilişkinin Batı bilimininkinden 400 bitki daha fazladır bu. Çiftçileri toprağın on temel, otuz da türemiş türünü tanır; yine toprağın sertliğine göre değişen birçok terimleri vardır. Herhalde yerel ekolojik çevrelerini oldukça iyi tanıdıklarını düşünebiliriz. Şimdi bir de, bu gibi bilgilerin Batılı bilim insanlarınca ya da herhangi bir şekilde kayıt altına alınmadığını hayal edelim. Büyük ihtimalle, bir gün önce olduğu gibi, yarın olduğunda da hiçbir şey olmamış gibi modern şehirlerimizde yaşamaya devam edeceğiz; içerdiği tüm kaybolan bilgileriyle birlikte bir yerel dil, İngilizce gibi evrensel bir dilin varlığında bizi hiç etkilemeyecektir. Mevcut bilgilerimizle ve İngilizce’mizle yaşayabildiğimiz sürece sorun yok gibidir. Ne ki, bir dil yok olduğunda bundan yalnızca bir dilbilimci ya da o dilin içeriğindeki, yerel ekolojik çevreyi yansılayan bilgilerin varlığından haberdar olan çevreci bir aktivist etkilenmez; bundan uzun vadede tüm insanlık etkilenir. Balta girmemiş ormanların giderek küçülmesinden sanırım kaygı duyuyoruz; ama aynı ormanlar yok olurken, o bölgede yaşayan yerli halkların ve dillerin yok olmasından da kaygı duyabiliriz. Zira kaybedilen ormanlarla birlikte, dengeli ve sürdürülebilir ekosistemi ayakta tutabilecek bilgilerdir de kaybolmaktadır.

Neyse ki, günümüzde, kaybolan dillerin insanlığın toplam bilgi birikimine ve ekosisteme olan olumsuz etkisini dikkate alan bilim insanlarının ve sıradan insanların sayısı artıyor gibi. Bu ilginin, yalnızca kârı düşünen dev şirketler ve onlara alan açan politikacılar karşısında ne kadar başarılı olacağını kestirmek zor; zaman zaman, önemli başarılar elde edildiğini takip edebiliyoruz. Yine de karamsar olmak için hâlâ sebeplerimiz var. Hâlâ birçok yerli halk (diğer canlı türleri ile birlikte) yerlerinden ediliyor, (sözde gönüllü olarak) dillerini ve geleneksel yöntemlerini terk etmeleri için üzerlerindeki kültürel, ekonomik ve politik baskılar devam ediyor.

Her şeye rağmen ısrarla vurgulayabiliriz: Babil Kulesi efsanesinin, Tanrı’nın bir lanetlemesi olduğu anlatılır hep, efsanelerde veya kutsal kitaplarda; Tanrı gerçekten de insanlığı lanetlemeyi düşündüyse, kendisine yeryüzünde konuşulan bütün dillerde yanılmış olduğunu söylememiz gerekiyor sanırım. Bu da 7,097 değişik sözcükle “Yanıldın” demektir ki, bu bir lanet değil olsa olsa bir zenginlik olabilir. Gelgelelim, Tanrı’nın farkında olmadan bir zenginlik olarak insanlığa sunduğu bunca dili, bizzat insanlar yok etmekle meşgul. Eğer Babil Kulesi yeniden inşa edilmek isteniyorsa, sonu yine bir felaket olacaktır; ama bunun için Tanrı’ya gereksinim olmadığı açık: İnsanlar bunu zaten yapıyor; diller ölüyor. Bu oldukça kaygı verici.

Bitirmeden… Diller yok oluyor ve aynı zamanda insanlığın toplam bilgi birikimi de, diyoruz. Ama her şeyden önce, her ne şartta olursa olsun verili bir hak olan yaşam hakkı ihlâl ediliyor. Diller de ancak bu yaşam hakkı ihlalinden sonra yok oluyor. Yaşam hakkı ellerinden alınan topluluklar, dillerini yaşatamıyor. İnsan yaşayamazsa, dil de yaşayamaz.


Kaynaklar:

Anderson, B. (2011). Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması. 6. Bs. (İ. Savaşır, Çev.). İstanbul. Metis Yayınları.

Conner, C.D. (2012). Halkın Bilim Tarihi. (Çev. Z.Ç. Kanburoğlu). Ankara: TÜBİTAK.

Crystal, D. (2010). Dillerin Katli, 2.bs. (G. Cansız, Çev.). İstanbul: Profil Yayıncılık.

Ethnologue: Languages of the World. (2016). 13 Aralık 2016 tarihinde https://www.ethnologue.com/world adresinde erişildi.

Linden, E. (1991). Lost Tribes, Lost Knowledge, Time, (September 23), 4654.

Nettle, D. ve S. Romaine. (2002). Kaybolan Diller: Dünya Dillerinin Yok Oluş Süreci, (H.Ö. Turgan, Çev.). İstanbul: Oğlak Yayıncılık.

Taylor, C. (1996). Tanınma Politikası. (A. Gutmann, Haz.). Çokkültürcülük içinde (ss. 42-84). İstanbul: YKY.