Siz de bir İTÜ’lüsünüz. Sizin öğrenci olduğunuz yıllarda öğrencilik nasıldı? Ne gibi sorunlarla karşılaşıyordunuz?
Öncelikle eğitimden başlayalım. Bizim dönemimizde okula girme rejimi başkaydı. Teknik Üniversite’ye girebilmek için önce merkezi sistem sınavlarından geçiyorduk. O sınavlarda belirli bir taban puanı tutturmamız gerekiyordu. O puanı tutturabilirsek İTÜ’nün ayrı sınavlarına giriyorduk. Bu sınavlar test değil, klasik sınavlardı. İki gün yapılırdı; birinci gün cebir-geometri gibi sadece matematiğe dair, ertesi gün de fizik, kimya ve biyolojiden sınava girerdik. Sınavların klasik olması önemliydi çünkü İstanbul, Ankara ve İzmir gibi yerlerde öğrenciler dershanelere giderek test sınavının inceliklerini öğrenebilirken Anadolu’daki devlet okullarında gelen arkadaşlarımızın, yoksul emekçi çocuklarının bu imkanı yoktu ve kurslara da gidecek paraları yoktu açıkçası. Yazılı sınav olduğu zaman hakikaten Anadolu’dan, diyelim ki Diyarbakır’dan Antep’ten iyi bir öğrenciyle İstanbul’daki bir okuldan öğrenci eşit koşullarda sınanmış oluyordu. O zamanlar İTÜ’de eğitim 5 seneydi. Hazırlık yoktu. Teknik Üniversite’de 5 sene okuduğunuz zaman yüksek mühendis çıkıyordunuz. Biz 68-69 yılında girdik. Tabii 68’de öğrenci olayları, müthiş bir demokratik hava yaratmıştı. Bizden önceki sınıflar, 68 işgalini falan yaşamış sınıflar. Biz tam onun sonunda geldik. Fakat bütün dünyada sorgulayan bir nesil vardı. Yani 68 kuşağı bütün verili düzeni sorgulayan demokrasi talep eden, cinsel özgürlük talep eden, savaşa karşı olan inanılmaz bir kuşaktı. E bu kuşak farklı bir eğitim tarzından gelmişti. Biz ilkokulda, ortaokulda, lisede ne/neden/niçin/nasıl sorularını sorarak yetişmiş bir kuşaktık. Onun için de sorgulayan bir öğrenci grubuyduk. Bizim derslerimizde hoca anlatacak, biz de bir şey sormayacağız… Bu mümkün değildi. Ayrıca bir mimar olarak söyleyeyim, çok iyi bir eğitim gördük. 5 kişiye 1 profesör düşüyordu. En kalabalık mimarlık sınıfı bizim sınıfımızdı, 75 kişiydik. En kalabalık bölüm inşaattı, bir sınıf 150 kişiydi. Yıldız Teknik vardı, Maçka Teknik Okulu vardı mimar yetiştirirdi. Bir tek bizim Teknik Üniversite yüksek mühendis-mimar yetiştirirdi. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi de yüksek mimar yetiştirirdi, o da 5 sene. İDGSA’ya da ayrı yetenek sınavıyla girilirdi. Fakat dediğim gibi mimarlık eğitimini alırken diğer arkadaşlarımızla, sorgulardık. Zaten dünyada 68 kuşağının her türlü verili düzeni sorguladığı, kendini sorguladığı, toplumu sorguladığı, son derece devrimci bir potansiyel vardı. Teknik Üniversite’de öğrenci olmak olağanüstü bir ayrıcalıktı. Biz birinci sınıftayken birdenbire birileri gelirdi Maçka’dan. Bir bakardık Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, bütün ismi geçen herkes, Ömer Ayna’lar, Sinanlar… Hepsi bizim kantinde. Türkiye sol hareketinde ODTÜ Ankara için ne ifade ediyorsa, Teknik Üniversite de İstanbul için onu ifade ediyordu. Tabii ki İstanbul Üniversitesi de vardı. Harun Karadeniz öğrenci komisyonu başkanıydı. Hatta size komik bir anımı anlatayım. Ben Çamlıca’dan mezun olup gelmiştim, annem getiriyor tabii. Kapıda beni Harun Karadeniz ve arkadaşları karşıladı. Annem kapıya kadar geldikten sonra elini sıkıp “Bundan sonra kızınız bize emanet” dediler anneme. Korkunç bir ritüeldi o. En son şaka da yaptılar anneme, “Teknik Üniversite kız alır kız vermez.” diyerek. Öyle de garip bir şey vardı. Hakikaten biz, hepimiz sınıfımızdaki erkeklerle evlendik. Kız öğrenci sayısı çok azdı. Mimarlıkta da azdı. İnşaatta bizim dönemimizde 2 kız öğrenci vardı 150 kişilik sınıfta. Biri hala arkadaşım. Biz ilk defa 11 kız geldik. Olay oldu.
Biz hiçbir zaman proje teslimlerini evde yapmazdık. Okul gece dahi açıktı, hepimizin dolabı vardı. Dolapta dururdu eşyalarımız. Projeyi teslim etmek için 15 gün Taşkışla’dan çıkmadığımız zamanlar oldu. Bilgisayar olmadığı için üst sınıflardan arkadaşlar yardım ederdi. Asistanlar bizimle birlikte kalırdı. Gece hep beraber makarna pişirir yerdik. Ortam cıvıl cıvıl keyifliydi. Her bir sınıfta ya saz çalar ya gitar çalar ya da tartışmalar olurdu. Sadece bizim okul değil bütün okullar böyleydi.
Hocalarla öğrenciler arasında çok demokratik tartışmalar olurdu. Bir örnek vereyim; o zaman şehircilik ayrı bir bölüm değildi. Biz mimarlar çok ağır okurduk şehircilik derslerini. Gündüz Özdeş vardı kürsü başkanıydı, aynı zamanda Mimarlar Odası’nın da kurucusudur. Ayrıca biz öğrenciyken meslek odalarıyla ilişkimiz çok yoğundu. Başımıza bir iş gelirse Mimarlar Odası’nın haberi olurdu. Bütün hayalimiz Mimarlar Odası’na kaydolmaktı. Benim eşim de, aynı zamanda sınıf arkadaşım. Bir gün sınıfta altyapıyı tartışıyoruz. Henüz 2.sınıftayız ve eşim hocasına kültürlerden, sınıflardan ve kanalizasyon sistemlerinden bahsetti. Hoca da dalga geçer bir şekilde cevap verdi. Eşim tepki gösterince hoca “Sen benimle nasıl böyle konuşuyorsun öğrenci” dedi. Eşim de “Tartışarak” dedi, ters bir şekilde. Hoca da “Gidin karar verin bundan sonra ya ben ya bu öğrenci gelecek sınıfa” dedi. Çıkıp toplandık, tartıştık. Oylamaya sunduk. Sonra geldik “Hocam kusura bakmayın oylamayı sunduk ve arkadaşımızı seçtik” dedik. Bundan sonra o hocamız dersimize gelmedi öteki hoca geldi. Size demokrasiyi daha nasıl anlatabilirim? Çok fazla boykot yapardık. O zamanlar sosyal medya da yoktu. Özel okul boykotları yapardık ve o kadar haklıydık ki özel okullara karşı çıkmakta… Keşke o zamanlar bizi dinleselerdi. Mimarlar Odası’yla birlikte bütün öğrenciler, bir anda, sosyal medya olmamasına rağmen nasıl toplanırdık anlam veremezdim. Biz Taşkışla’dan direkt Taksim’e geçerdik. Gümüşsuyu da gelirdi.
İnanılmaz derecede çalışkandık da. Nasıl yaparmışız diye düşünüyorum, çünkü mutluyduk. En ufak bir gelecek kaygımız yoktu. Çok şımarıktık, kendimize olan güvenimiz çok fazlaydı. Teknik Üniversiteli olup, yüksek mimar mühendis olup işsiz kalmak olacak iş değildi doğrusu. Onun için kolay iş beğenmezdik. Asla meslekten ödün verilmezdi. Hocalarımız çok demokrattı ve iyiydiler. O zamanlar öğrenci psikolojisinden çok anlamadık belki ama en gerici profesörler bile sonraki dönemin ilericileri oldu. Böyle bir okuldu Teknik Üniversite. Biz biraz daha direnebilseydik 4+4+2 sistemini geçirtmiyorduk. Bu yasayla birlikte Türkiye’deki bütün eğitim sistemi alt üst oldu. 68 kuşağını yetiştiren ilkokuldan başlayan sistem komple ortadan kaldırıldı. Daha çok sorgulayan, analitik düşünen, 5N1K’ya uygun nesiller değil; fen bilimiyle uğraşanlar bile düşünüp muhakeme etmeden, ezberci, ‘en kolay yolu nasıl bulurum’ mantığıyla yetiştirildi. Bence dünya kapitalist sisteminin en büyük ideolojik başarılarından biridir eğitim sistemini regüle ederek sorgulamayan nesiller yetiştirmesi. Başarı hız ve hedefe göre değerlendirilmeye başlandı. Başarıya giden yol ve o süreç hiç önemsenmedi. Sonra bunu zaten Turgut Özal çok güzel ifade etti: ‘Hatice değil, netice önemlidir’. Halbuki biz haticeyi de önemseyen bir eğitim sistemi ile yetiştirildik ve o yüzden sonra hiç rahat oturamadık. Sürekli sorguluyoruz.
Ben şimdiki nesli bize benzetiyorum. İnternetle birlikte bütün bilgiler el altında olunca sorgulayıcı olmayan eğitim sistemi siz kendiniz soruların farkına varabildiniz. Ama arada kalan o 80 kuşağı gerçekten farklı bir kuşak olarak yetişti ve şu an Türkiye bu kuşakla itham ediliyor. Biat edebilen, düşünmeyen, başarı için her türlü ilkeyi yok sayabilen, asıl olarak bireysel başarıyı öne koyan ama birey olamayan sadece bencilliği ön sırada tutan bir kuşak. Bizim eğitimimiz çok kuvvetliydi. Mimarlık anlayışı çok farklıydı. Bu, şu an çok hayali kalan bir şey. Çok güzeldi.
Biz liseden sosyalist sol bir kültürle gelmemiştik. Ama okula girdiğimde sınıfça tartışmalara başladık. Önce dini tartışmaya başladık. Ben geldim oturdum, bir arkadaşım geldi ve “Allah yoktur.” dedi. Biz de çok şaşırdık. Bizi bir hafta çalıştırdı. Sonra kendimiz okumaya başladık. Mao’yu araştırıyoruz, Felsefenin Temel İlkeleri’ni, Lenin ve Karl Marx’ın kitaplarını okuyup tartışıyoruz sınıfça. Üzerine Nutuk da okuyoruz ki Atatürkçülükten çok uzaklaşmayalım.
Kadın olarak ayrıca bir parantez açmak gerekir. Kendi cinsiyetimizin farkında değildik. Biz de kadın olmayı, süslü olmayı, güzel olmayı isterdik fakat solda bu ayıptı. Devrimci kızlar ruj sürmezdi. Çok kez makyaj malzemelerimizin merdivenlerden atıldığını hatırlarım. O zamanlar devrimci kız olmak çok zordu. Bize gülmek de ayıptı. Şimdi kadın hareketi güçlendikçe kadınlar kendi cinsel kimliklerine sahip çıkmayı öğrendiler. O zamanlar devrimci kızlar ‘erkek gibi’ olmaya özen gösterirdi. Sonradan durumun yanlışlığını fark ettik ve bu sefer çok sıkı feminist olduk.
Okulda öğrenci derneklerinde çok aktiftik yani çok baskındık. Hatırlarım gündem yine karışmıştı. hoparlörlerden bangır bangır Enternasyonal Marşı çalıyordu. Bu sırada sınıflarda da dersler devam ediyordu. Kemal Ahmet Aruğ hoca geldi “Çocuklar rica ediyorum birazcık sesini kısın.” dedi. Sonra sivil polisler geldi. Onlara ‘armut’ derdik. Gerçi o zamanlar POL-DER vardı. Polisler bu derece baskıcı, şiddet yanlısı değildi. Gözaltına alınsan bile seni kimse eğitim hakkınla, öğrenciliğini elinden almakla tehdit edemezdi. Zaten böyle bir şeye öğretmenlerimiz de asla izin vermezdi. Günümüzdeki gibi değildi. Hatta 12 Eylül dönemi bile şimdiki gibi değildi.
Maçka Kampüsü’ndeki sit alanı özel bir şirkete kiralanmak istendi ve talan edildi. Öğrencilerin direnişiyle okul geri adım attı ama o yıkılan alan hala düzenlenmedi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Evet olayı hatırlıyorum, biz de gitmiştik. Üniversitelerin YÖK’ten sonra ticaretleşmesi, özellikle teknoloji bölgelerinin iktidarla olan ilişkileri çok fazla yoğunlaştı. Üniversite özerkliğini kaybetti. Üniversite artık kendisi bir işletme oldu özellikle bizim teknik üniversite. Eskiden bizim eğitim sistemimiz alman sistemine göreydi. Kuruluşuna faşist denirdi ama değildi. Bu sistemde aslolan üniversite bilim ve teknoloji üretir sanayi bunu kullanır. Sonra eğitim sistemi değişti ve üniversite sanayi için bilim ve sanayi üretir oldu. Üniversite sanayinin ihtiyacı olanı üretir. Hal böyle olunca Türkiye, “eğitim endüstrisi” diye bir şey keşfetti. Tarımdan, hayvancılıktan kopan Türkiye, bir yandan kendine yeni endüstriler keşfetmeye başladı. Örneğin kültür endüstrisi dediğimiz: müzecilik, AKM’nin yıkılması, alışveriş merkezlerinin belli bölümlerine tiyatro ve sinema odaları yerleştirilmesi. Bunlar bir kültür endüstrisi ve en önemlisi turizm endüstrisi getirdi. Bir de eğitim endüstrisi geldi. Örneğin sanayisi olmayan, şehirleşmemiş bir kenti üniversite açarak canlandırmaya çalıştılar. Hocaların ve öğrencilerin o kentte ev tutmasıyla, ihtiyaçlarını gidermelerini sağlayacak dükkanlar açıldı. Böylece o kentin ekonomisi canlanmış oldu. Üniversitenin kendisi bu sistem içinde direk sermaye kaynağı haline geldi. Toplumun karşı çıkması gereken kritik nokta buydu. Memleketin ihtiyacı olan teknoloji, bilim üretimi bir kenara bırakıldı. Araştırmalar, üretimler sermayenin ihtiyacı kadar yapıldı. Bu sefer üniversitenin özerkliği kayboldu, baskının uyguladığını mekanlar oldu. Öğrenciler üniversitede susturulmaya başlandı. Biz bütün demokratik haklarımızı savunmayı üniversitede öğrendik çünkü üniversite böyle bir yerdir, size bunları öğretir. Mesleki eğitiminiz üniversiteden çıktıktan sonra da devam ediyor, öğrenmenin yaşı yok. 45 yıllık mimarım, ben hala öğreniyorum. Siz öğrenciler o kadar fazla derse giriyorsunuz ki sosyal hayatınızı unuttunuz. Sizi cezalandırıyor, eğitim hakkınızı elinizden alıyorlar. Ondan sonra sizi 3 kuruşa talim etmeye ve uysal olmaya zorluyorlar. Çünkü eğer işinizi bırakırsanız arkanızda sizden daha donanımlı yüzlerce kişi iş bekliyor. Toplum böylelikle uysallaştırılıyor. Bütün bu istihdam politikalarının da biat politikasıyla ilgisi var. Barış diyemiyor artık hocalarınız, ne yaptılar Boğaziçi’ndeki çocuklar? Barış demekten daha normal bir şey var mı? Neyse, bunlar olumsuz durumlar ama yine de ben inanıyorum ki bunun da dibi göründü. Bir toplumu bu kadar baskı altına alamazsın, “Yeter artık!” derler. Şu an tam bir faşizm yaşıyoruz, faşizm döneminde görevimiz var olduğumuz alanları korumaktır. Onun için tek tek cesaret gösterisi umudu değil umutsuzluğu yaratır. Bir slogan var ya hani; “Kurtuluş yok tek başına. Ya hep beraber ya hiç birimiz” diye, her alan için şu anda çok önemli. Proje tesliminde de önemli, üniversite mücadelesinde de önemli, evde ailenizle olan ilişkinizde de önemli, mahallede komşuyla olan ilişkide de önemli. Size verilen her bilgiyi denetleyin, sorun soruşturun, hocalarınızı da böyle zorlarsınız. Mesela odalara gelin, öğrenci komisyonlarına girin oralarda sezinizi yükseltin. Taleplerinizi dile getirin. Bunlar yapıldığında üniversiteler yeniden kazanılabilir.
Kentsel dönüşüm konusunda ne düşünüyorsunuz peki?
Kentsel dönüşüm, ülkedeki yapısal dönüşümün kent meydanına yansıyan biçimi. Üretime dayanmayan, sadece ekonomi politiğini -ki zaten üç ayağa- inşaat, enerji ve finans- dayandıran bir ekonomik modeli var. Tarım ve sanayi yok bunda, sadece inşaat mevcut. İnşaata dayanan bir ekonominin arazi yaratması lazım, bina yapması lazım, yol yapması lazım, köprü yapması lazım, mega projeler yapması lazım ki o küresel sermayeyi çekebilsin. Ama bu da olmuyor artık. Burada da yolun sonuna geldiler. Kentsel dönüşüm tam da bu. Ekonominin dayandığı inşaat sektörünü sürekli diri tutmak. Bunun için deprem gibi bir şey kullanılıyor. Kentler aslında üretim ilişkilerinin belirlediği alandır. Kenti öyle tarif edersin. Ve İngiltere kaynaklıdır. Bu namert İngiltere yüzünden başımıza geldi yine ne geldiyse. Bütün büyük sermaye, üretim alanlarını ucuz iş gücünün olduğu yerlere taşıyınca hem İngiltere’deki hem Almanya’daki o büyük sanayi yerleşmeleri boşaldı. Gelişmiş ülkeler sadece araştırma-geliştirme merkezlerini kendi kentlerinde tuttular ve bütün kentlerden fabrikalar çekildi. Bir boşluk ortaya çıktı. Birtakım alanlar öldü. Bunu canlandırmak için -onlar kentsel dönüşüm demiyorlardı ama ‘urban regeneration’ diyorlardı, ‘urban transformation’ kavramını kullanmıyorlardı, onu biz kullanıyoruz- kültür endüstrisi, turizm endüstrisi, bazen sağlık, bazen eğitim, bazen yaratıcı endüstri dedikleri alanları doldurup nasıl biz üniversite kurarak bir kentin ekonomisini doğrultmaya çalıştık, onlar da onu yaptılar. İşte AVM’ler, iş merkezleri… “Bir gün alış-veriş merkezleri müze, bütün müzeler alış-veriş merkezi olacak” diye bir söz var. Bu tam kültür endüstrisidir, yani simülasyon satmaya başladılar. O arada, oradaki kentsel dönüşüm meselesi farklı bir şeyle yapılıyordu. Kamu, özel sektör ve sivil toplum ortaklığı ile yapılıyordu. Yani böyle bir kentsel dönüşüm alanı yapıyorsan İngiltere’de en az bunun %30-%40’ı kiralık konut olmak zorunda. Öyle koşulları var, bizimki gibi vahşi değil. O ara da bize dünya bankası şunu önerdi. Yeni bir ekonomik modele gidiyoruz, zaten 1980’de bu model oturtuldu.
Şimdi düşünüyorum da İstanbul depremi zamanındaki İstanbul’la şimdiki İstanbul arasında iki kat fark var. Gerek nüfus gerek planlama açısından. 1999’da Dünya Bankası dedi ki bize, küresel ekonomi içinde kalmak istiyorsanız bir veya iki kentinizi küresel kentler hiyerarşisinde yarıştıracaksınız. 1999’da depremden önce, Ali Müfit Gürtuna 2023 vizyonunu açıkladı. 2023 vizyonuna bir baktık mega projeler lafı var. Nedir bu bilemiyorsun. Bu açıklamadan sonra 1999 Gölcük Depremi oldu. Bittik 99 depreminde. Çünkü öyle bir şey ki, ekonominin ve sanayinin büyük bölümü bu gölgeye bağlıydı. Daha biz deprem enkazlarıyla uğraşırken Clinton geldi. Swiss Otel’de küresel iş fırsatları ve İstanbul depremi konulu bir toplantı yapıldı. Yani bütün bu yıkım fırsat olarak görüldü. Şimdi “Afrin’de 55 şehit verdik ama müteahhitlerimize iş aldık.” diyor, o laf yeni bir laf değil, Marmara için de söylendi. Dünya sermayesi, emlak sermayesi buraya çağırıldı. Sonra 1999 dan sonra Japonlar geldi ve mikro bölgelendirmelerimizi, deprem master planımızı yapmayı önerdiler. Ama onlar da şöyle bir çıkar güdüyordu, bundan sonra çıkacak projelerin Japon bankası tarafından finanse edilmesini istediler. Japonlar, Kore depreminden dolayı çok bilgiliydiler. Ama geldiler burada ne yapacaklarını bilemediler. Baktılar ki bizimkilerle iş olmuyor, gittiler. 2003’de Kadir Topbaş tekrar bir 2023 vizyon projesi açıkladı. Deprem için kentsel dönüşüm diye adlandırdı.
Sonra bu dönüşüm projeleri başladı. TOKİ büyüdü ve müthiş bir sektör oluştu. Kentsel dönüşüm sonucunda mülkü olanlar mülksüzleştirildi. Siz bilirsiniz Sulukule’yi falan. Şu anda İstanbul’un deprem riski bin kat daha fazla size söyleyeyim.
Beyoğlu Sinemasıyla dayanışmak için bir söyleşiye katılmıştınız. AKM’nin yıkılma gündeminin 2008’de başladığını söylemiştiniz. O dönemden beri sürecin içindesiniz. Bu süreci biraz anlatabilir misiniz?
Öncelikle AKM’yi tanımlamak lazım. Atatürk Kültür Merkezi, Türkiye’nin opera olarak tasarlanıp kendi kamusal kaynaklarıyla ki bu çok önemli, kamusal mimarlık yapılarak inşa edilen tek yapısı. Burada en önemli şey bütün süreciyle, inşaatı ve projesiyle, kamusal kültür yapısı. AKM Taksim Meydanı’nı tamamlayan ana ögelerden biri. Türkiye’de aslında kentsel kültür varlıklarının tescil edilmesine 1962 Anayasası’yla birlikte oldukça geç başlanıyor. 1993 yılında Beyoğlu, kentsel sit alanı ilan ediliyor. Beyoğlu, kentsel sit alanı ilan edildikten sonra Taksim Meydanı ayrıca tanımlanıyor. 1999’da Kültür Bakanlığı, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’na, “Siz ayrıca AKM’yi de tescilleyin kültür varlığı olarak” diyor. O sırada alınan bir karar var. Bu kararda bütün Taksim Meydanı’nı belirleyen ögeleri tarif ediyor tek tek anıt olarak, bunlar bir tanesi Gezi Parkı. Taksim mücadelemizin, Gezi mücadelemizin en önemli hukuksal dayanaklarından biri de budur. Gezi Parkı kendi başına bir kültür ve doğal varlık. Aynı zamanda Taksim Meydanı’nın belirleyicisi bir kültür varlığı. İkincisi Cumhuriyet Anıtı. Üçüncüsü II. Mahmut döneminde yapılan maksem, bu birinci dereceden kültür varlığı en başından beri. Son olarak AKM. AKM hem meydanla beraber anıt olarak tescilli, hem de ayrıca kendisi de modern mimarlık mirası olarak, kültür varlığı olarak tescilli. Türkiye’deki sağ iktidarlar hesaplarını özellikle 80’den sonra da hep Taksim Meydanı üzerinden yürüttüler. Çünkü Taksim Meydanı hem cumhuriyet döneminin bir meydanı, üretilmiş bir meydan hem de Taksim Meydanı emeğin meydanı. Ayrıca, Taksim Meydanı ve AKM artık Gezi’den dolayı da bir hafıza mekanı olmuş durumda. Biz üniversitede öğrenciyken AKM’de uzun operalar vardı. 3 liraya girerdik. Öyle ucuzdu ki her türlü temsile giderdik. Ama dediğim gibi Taksim Meydanı sağ iktidarların sürekli bir çatışma alanıydı. Orada cami yapmak, orayı dönüştürmek hep gündemlerindeydi. AKP iktidara gelip de yasama gücüne, ‘istikrar’ denilen belaya kavuşunca da direkt kafadan girmeye başladı. AKM’nin yıkılma süreci 2008’de başladı diyoruz ama esas olarak 2005’lerde başladı. Bir uyuyan Kültür Bakanı vardı, Atilla Koç. Dedi ki, “Biz AKM’yi yıkacağız, Sydney Operası gibi bir yer yapacağız.” Şaşırdık ne oluyor diye. 2007’de Kültür Bakanlığı Anıtlar Kültür Merkezi’ne başvuru yaparak AKM’nin kaldırılmasını istedi. Burası statik açıdan yorulmuş durumda denilerek (bu yorulmuş dediği durumda bile her şey kullanıma açık olmasına karşın) restorasyonunun çok maliyetli olacağını iddia ettiler. Yerine adı “Atatürk” adını yaşatacak bir kültürel yapı yapalım dediler fakat kurul tarafından bu teklif kabul edilmedi. Biz de bu teklife karşı AKM’nin yıkılmaması ve tescilinin kaldırılmaması için ayaklanıp kendi tepkimizi gösterdik. Çabalarımız neticesinde büyük ölçüde istediğimizi elde ettik. Bunların üzerine opera sahnesinin bir kısmını lokanta yaptılar. Hayatınızda görebileceğiniz en muhteşem sahneydi ve dekorlarını çok özel sanatçılar hazırlıyordu. Ardından binayı muhafaza edip güçlendirmek için çalışmalar yaptık fakat bu kez de yeterli sermaye yok dediler. Tüm bunlara karşın yıkım işlemlerine dava açıp direndik. Burada en acı olan şey, bir binanın bütün yaşattıklarını bir isme indirgemek. Önemli olan binanın çirkinliği ya da güzelliği değil, dönemle olan ilişkisi ve kültür birikimidir. Demokrat kamuoyunun bu olayı meşrulaştırması ise AKM’yi yıkmayı düşünenlerin bu cesareti kendilerinde bulmalarına neden oldu.
AKM bir de 1970’te gericiler tarafında yakıldı, “Cadı Kazanı” oyunu sahnelenirken. Çok üzülmüştük. AKM’nin ışıkları içeriden yanınca biz okuldan çıkardık, Taksim’de oturur o ışıkları seyrederdik. Bütün meydanı içine alan bir binaydı. 1973’te bir daha yakıldı.
AKM’nin dönüşümü aslında 2010’da İstanbul’un Kültür Başkenti olmasına bağlandı. 11 Mayıs 2010’da Türkiye kültür merkezi seçildi ve millet ayağa kalktı. Bir öğrendik ki bir kanun tasarısı çıkıyor. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti yasa tasarısı meclise gidiyor. 2008’de tasarlanan projeyle benzer şekilde Taksim’deki AKM yıkılarak yerine büyük bir bina yapılacak, arkadaki alan hariç. Bunun parası, Ticaret ve Sanayi Odası tarafından ve 2010 Başkent Fonu’ndan karşılanacak diye karar alındı. Biz yine ayaklandık, kıyameti kopardık. Meclisin kapılarında, insanlarla sabahlara kadar uyumadık. Köksal Toptan bize destek çıktı. Kurul da buna inat, 2. defa müracaat edip tekrar tescilin kaldırılmasını istedi ve bu sefer AKM’nin “1. derece koruma gruplu eser” sınıfına girmesi kararı alındı. Bu kararın ardından yapacak pek bir şeyleri kalmadı. Bu sefer 2008’de binayı tehlikeli olduğu bahanesiyle kapattılar. Sonra tekrar raporlar alındı. Sonra yeni bir avam proje getirdiler. Getirilen projenin içeriğini ve neden AKM yerine yapılamayacağını ilk başta anlamadık. Operadaki kültür-sanat çalışanları sendikası durumu fark edip bu projenin yapılamayacağını söyledi. AKM yangınlardan paçasını bir türlü kurtaramadı. 2012’de tadilat çalışmaları sırasında hava boşluğunda bir yangın çıktı. Aynı yıl binanın restore edilmesi bekleniyordu ama onarım projesi Kültür, Sanat ve Turizm Emekçileri Sendikası’nın açtığı dava sonucunda yargı kararıyla iptal edildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Sabancı Grubu arasında protokol imzalandı. Yenilenmiş AKM’nin 29 Ekim 2013’e yetiştirileceği söylendi. Mayıs 2013’te restorasyon çalışmaları Kültür Bakanlığı kararıyla durduruldu. Dönemin başbakanının sözlerinin aksine Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, AKM’nin 2014 yılında açılacağı söylendi. 2016 ve 2017 yıllarında da AKM ile ilgili çeşitli projeler önerildi ve 2017’nin sonunda AKP Genel Başkanı yeni AKM’nin tanıtımını yapacağını ve 2019’un sonuna kadar inşasının bitirileceğini söyledi.