İçeriğe geç

“Perdede Bir Lokomotif”: Türkiye Sinemasının Doğuşu

Bugün hayatımızın önemli bir parçası olan, bir yandan alabildiğine ticarileşen, bir yandan sayısız sanatçı var eden, kuşaklar yaratan, kültür alışverişinin en önemli aracı sinema, bu topraklarda gözlerini bundan tam yüz yirmi yıl önce açtı. Bir sabah uyandığınızda bambaşka bir gezegende olduğunuzu düşünün. Yaptığım benzetme komik gelebilir ancak Türkiye’de sinemayla ilk defa karşılaşan insanların şaşkınlığı belki bundan kat kat daha fazlaydı. Bir perde üzerinde hareket eden fotoğraflar görmek, insanlar için hayal dahi edilemeyecek kadar imkansızdı. Türkiye insanının sinemayla tanıştığı yer, bugün “Aynalı Pasaj” olarak da bilinen, İstiklal’deki Meşrutiyet Caddesi’nin 8 numarası olan Avrupa Pasajı’dır. 1874’de açılan pasajın yerinde önceden Jardin des Fleurs Tiyatrosu bulunuyordu. Mr. Scribe’a ait olan bu tiyatro, 1870 yılında çıkan Beyoğlu yangınıyla ne yazık ki kullanılamaz hale geldi. İşte Avrupa Pasajı, yangından sonra, aynı alana, yine Mr.Scribe tarafından Mimar Domenico Pulgher’e yaptırıldı. Pasajın ilk yıllarında iplikçi Josef Miari, saatçi Wosterling, kuaför Karkonakis, terzi Konstantin Hisar ve Madam Rizzo’nun dükkanları gibi pek çok dükkanla beraber bir de Sponeck Birahanesi bulunuyordu. İşte bizim hikayemiz tam olarak burada, Sponeck Birahanesi’nde başlıyor.

1868 yılında Romanya’da doğan, İstanbul’a ne zaman yerleştiği kesin olarak bilinmeyen, Fransız Pathe şirketinin sorumlusu Sigmund Weinberg, o zamanlar neredeyse bütün Avrupa’yı kasıp kavuran Lumiere Kardeşler’in “Trenin Gara Girişi” isimli belgeselini İstanbul’da göstermek istiyordu. Sinema tarihçilerinin pek çoğu bu gösterimi Weinberg’in düzenlediğini söylese de, bu gösterimi Henri adlı Fransız bir sinematografın düzenlediğini sağlam kaynaklara dayandıran pek çok sinema tarihçisi de bulunuyor. O yüzden bu yazıda gösterimi kimin düzenlediği ile alakalı kesin bir isim vermek yerine, gerekli yerlerde “gösterimi düzenleyen kişiler” kalıbını kullanacağım. “Trenin Gara Girişi” belgeseli, Avrupa’da geniş yankı bulduğu için gösterimi düzenleyen kişiler bir mekan arayışına girdi ve Sponeck Birahanesi ile anlaşıldı. Kısa süre sonra, İngiliz gazetesi The Levant Herald’ın 12 Aralık 1896 tarihli sayısında Osmanlıca ve Fransızca olarak şu ilan yer alıyordu:

“Beyoğlu’nda Galatasaray karşısında İsponek [Sponeck] salonunda İstanbul’da birinci defa olarak Paris ve bütün Avrupa’nın mazhar-ı takdiri olmuş olan canlı fotoğraf lubiyyatı [eğlencesi] her akşam icra olunur.”

Gösterimin tarihi ve yeriyle alakalı yıllarca süren tartışmalar, Galatasaray Lisesi mezunu Ercüment Ekrem Talu’nun hatıraları sonrasında netlik kazandı. Talu’nun hatıraları yukarıda yazdığımız bilgileri doğruluyordu. Kendisinin bu ilk gösterim anını ve öncesini aktardığı hatıraları, insanların bu yeni icada olan ürkek ve meraklı yaklaşımını eğlenceli bir dille anlatıyor.

“Çocuktum, sekiz-dokuz yaşlarında vardım. Tam tarihini söyleyemeyeceğim ama sanırım 1896-97 yıllarıydı. Bir cumartesi günü, rahmetli ağabeyim Nejat’la birlikte okuldan çıktık. Cihangir’deki evimize gidecektik. Yatılı olmayan arkadaşlarımızdan birisi, “Duydunuz mu?” dedi. “Şurada Sponeck’in salonunda bugün sinematograf göstereceklermiş. İlginç bir şeymiş diyorlar, yeni bulunmuş… Fotoğrafın canlısı gibi bir şeymiş.” Ağabeyimle ben, çocuk bizimle alay ediyor sandık ama o içtenlikle konuşuyordu. “Saat 4’te başlıyormuş, ben gideceğim.” diye sözünü tamamladı.”

Ercüment Ekrem Talu ve ağabeyi Nejat Talu, bu teklifin üzerine meraklarına yenik düşerek, bugün, 2018 yılında, sinemanın geleceği konumun farkında bile olmadan bu “canlı fotoğraflar” gösterimine giderler. Biletler o gün için önemli bir miktar olan 10 Kuruş’tur. Sponeck Birahanesi’nin bir duvar kenarına bir buçuk metrekarelik beyaz bir perde çekilir. Bir süre sonra salondaki ışıkların tamamı kapatılır. Seyircilere salonun neden karartılması gerektiği ve beyaz perdenin gerekliliği anlatıldıktan sonra Lumiere Kardeşler’in “Trenin Gara Girişi” belgeselinin gösterimi başlar. Buradan sonrasını tekrar Ercüment Ekrem Talu’ya bırakalım.

“Avrupa’nın bir yerinde, bir istasyon. Bacasından fosur fosur kara dumanlar savuran bir lokomotif, peşine takılı vagonlarla duruyor. Rıhtım üzerinde telaşlı telaşlı insanlar gidip geliyor. Tren kalktı. Bittabi sessiz sedasız. Aman yarabbi! Üstümüze doğru geliyor. Zindan gibi salonun içinde kımıldanmalar oldu. Trenin perdeden fırlayıp seyircileri çiğnemesinden korkanlar ihtiyaten yerlerini terk ettiler galiba. Haniya ben de korkmadım değil. İki dakika ara verdiler. Bu sefer bir boğa güreşi seyrediyoruz. Azılı hayvanlar perdede üstümüze doğru seğirttikçe yüreğimiz ağzımıza geliyor. Bu film daha yaman, onu önceden göstermiş olsalardı, salonda kimsecikler kalmazdı. Tren bizi sinematografa alıştırmış oldu.”

Burada “Tren bizi sinematografa alıştırmış oldu.” cümlesi benim çok ilgimi çekiyor. İnsan, yalnızca iki dakika önce kendisine imkansız gelen, korku ve merak duygularını en üst derecede yaşatan bir şeye bile saniyeler içinde alışabiliyor. Bu da bizim saniyeler içinde hayal dünyamızın belki baştan sona değişmesine sebep oluyor. Bugünün dünyasında bile bize ütopik gelen pek çok şeyi, gerçekleşmesi durumunda kısa sürede benimseyebilecek olmamız, o salondaki insanların merakının ve korkularının insanlığın değişmez yazgısı olduğunu anlamamızı sağlıyor.

İşte Türkiye sinema tarihinin başlangıcı olan bu gösterimler serisi, aynı mekanda aylarca devam eder. Öyle ki İstanbul’da ve ülke genelinde kısa zamanda bu gösterimler kulaktan kulağa yayılır, hakkında pek çok hurafe dahi ortaya atılır. Kimileri bunun bir şeytan icadı olduğunu söyler, kimileri sinematograf izleyenlerin cennete giremeyeceğinden bahseder, kimi seyrettiği şeylerden sonra günlerce tövbe eder, kimi açık fikirli insan ise ülkeye yeni bir medeniyet unsurunun girmiş olduğuna sevinir. Bu hurafeler öyle hemen sona ermez. İlk sinemacılarımızdan Nakıp Ali ise bu durumu bir şekilde fırsata çevirmeye çalışır. Nakıp Ali inançlı bir insan olmasının yanı sıra, sofrasından rakıyı da eksik etmeyen “uçarı” bir adamdır. Bir gün kendi işlettiği sinemaya bir hac filmi getirir. Birkaç arkadaşıyla birlikte, bu filmi yedi kere izleyenlerin tam hacı olacağını, üç kere izleyenlerin ise yarım hac sevabı alacağı iddiasını yayar. Sinemanın önünden günlerce kuyruk eksik olmaz. Seans ortasında abdest almaya çıkanları mı istersiniz, yedi kere gelmeye parası yetmediği için Nakıp Ali’den yalvar yakar bedava bilet isyenleri mi? Nakıp Ali tabii ki uydurduğu hac hikayesinin saçmalığının da kendisi için olumsuz sonuçları olacağının da farkındadır. Buna rağmen halkın gösterdiği büyük ilgi karşısında gösterimleri devam ettirmiş, belki de sinema tarihimizin bugünkü deyimiyle ilk “trolüdür”.

Gerek Nakıp Ali Sineması’nın gerek Avrupa Pasajı’nın başından geçen bu hikayeler toplumun sinemayla olan ilişkisinin yüz yıl sonra bu günlere nasıl geldiğini anlamamız açısından çok önemli. Yazının sonuna doğru gelirken, yazının başındaki ironik bir ayrıntıdan da bahsetmek istiyorum. Mr.Scribe’ın, Beyoğlu yangını sonrası Jardin des Fleurs Tiyatrosu’nun yerine Avrupa Pasajı’nı yaptırdığından bahsetmiştim. İronik bir bilgi çünkü bu pasajdan ülkeye yayılan sinema, yıllar içerisinde tiyatrodan çok şey götürdü. Bu topraklarda sinema, tiyatronun yandığı yerden doğdu. Önünde uzun kuyruklar oluşan tiyatro salonlarının pek çoğu sinema salonuna dönüştü ve daha uzun bir süreç içerisinde sinema, televizyonun ortaya çıkışıyla aynı kaderi paylaşmış oldu.

Türkiye’de sinemanın ilk yılları, işte böyle türlü acayiplikler ve birbirinden ilginç hikayelerle geçer. Bugün elimizde o günlere ait elle tutulur bir görsel ya da gezilip görülecek bir mekan olmasa da yazının başında adresini tarif ettiğimiz Avrupa Pasajı’na uğrayıp, karşı kaldırımdan pasajın girişine bakarken, bilet kuyruğunu, insanların kapıdan çıkarkenki hallerini, girenlerin tedirginliklerini gözümüzde canlandırmanın bile meraklısı için çok değerli olacağı kesin.