Bu hikaye; Kadim bir coğrafyada, çok yaşlı dağların ardında, 15 hanelik bir köyün içinde kendine yer bulabilmiş, yüzünü güneşe, sırtını her bahar yeni çiçeklerle filizlenen tepelere dönmüş bir aşkın hikayesidir.
Bir yitirmenin, bir eksik kalışın, eksilerek yok olmanın hikayesidir.
Sabah ezanıyla uyandı aslında bir türlü uyuyamadığı uykusundan. Bir an önce çıkmak istiyordu. Ayağa kalkıp aynanın önüne geçti. ‘’Gözlerimdeki çukurlar Asyamın mezarı kadar derin…’’ diye geçirdi içinden. Sonra döndü, içinde peyniri, ekmeği ve 45 yıllık yol arkadaşının çiçekli yeleği olan epeyce yıpranmış çantasını attı sırtına, kapıyı çekmeden çıktı.
Mezarlığa doğru ilerlerken dün geceden hazırlamış olduğu konuşmayı geçirdi aklından. Karısına, onun saçlarını örmeyi özlediğinden, yaptığı tavuk çorbasının onun ki gibi olmayışından, tükenmeyen yalnızlığından bahsedecekti yine.
Derin bir ormanın içindeki mezarlığa girdi. Tütününü sarıp kondurdu dudaklarının arasına, Asyasının uyuduğu yere geldiğinde.
İlkbahara gözlerini yeni açmış çiçeklere basmamaya dikkat ederek geçti oturdu yüksekçe bir yere. Yaktığı tütünün son demlerini yaşıyordu, hızlıca yere bıraktı bastonunu, sardı bir sigara daha.
Arkasında duran iki gence doğru döndü kederli yüzünü: ’’Bu köyde yaşlılardan bir ben kaldım. Diğerleri gitti, karım da. Onu her gün ziyarete geliyorum buraya. Söz vermiştim sigarayı azaltacağım diye, o gittikten sonra daha çok içiyorum.’’ dedi. Bu cümlelerden sonra sularını Dicle ve Fırat’la birleştiren akarsular yolunu kaybetti, ilkbaharın taze uykusunda olan ağaçlar yaprak dökmeye başladı. Yıl boyunca kar tutmayan dağların dorukları yıllarca erimeyecek buzlarla kaplandı ve ben yanmadan kül olmayı öğrendim.
Kendimizi ifade etmek için kelimeleri üreten atalarımıza aşk olsundu. Hangi sözlükte geçerdi, yaşarken nefessiz kalışın, bu demlenmiş insan ömrünün izahı?
Akşamın davetsiz karanlığı çökene kadar kalkmadı oturduğu yerden. Uzandı bastonuna, tütününü cebine koyup doğruldu. Son bir defa döndü yüzünü yol arkadaşına. Hafifçe tebessüm etti. Tıpkı sert geçen kışlarda birlikte çaylarını yudumlayıp , pencereden karlı ovaları izledikleri günlerdeki gibi.
Yavaş adımlarla uzaklaşmaya başladı. Eve vardığında kedileri her zamanki gibi kapıya çöreklenmişti. Onları okşayıp önlerine bir kap su biraz da yiyecek bıraktı. Geçti odasına. Çantasından Asyasının çiçekli yeleğini çıkartıp kendi omuzlarına doğru örttü. Duvarda karısıyla ona ait olan ilk ve tek fotoğraf asılıydı. Karısının esmer yüzüne, her bakışında kendinden bir parça daha gördüğü gözlerinin karasına dalarak yumdu o da gözlerini.
Bir daha uyanmayacağını bilerek.
Kavuştuğunu, artık yarasının kanamayacağını bilerek yumdu gözlerini.
Artık toprak olmuş bu iki aşığın bedeni evren de büyük bir yer kaplıyordu, çünkü Yaşar Kemal ‘’İnsan evrende yüreği kadar yer kaplar.’’ derken çok haklıydı.
Söylendikten iki dakika sonra havaya karışıp giden sözlerin sahiplerinin dünyası burası. Onların kocaman gürültüleri arasında bu aşk bir ıslık olarak kalacak belki de. Esen her serin rüzgarda kulağımıza değen mavi bir ıslık.