İçeriğe geç

Gericilik ve Sanat

27 Nisan Perşembe günü, İTÜ’de, yönetimin izni dahilinde islamcı bir organizasyon imzası taşıyan bir bildiri dağıtılmıştı. Üniversitemizde görmemeyi arzuladığım bu korkunç bildiriyi muhtemelen çoğumuz okumuşuzdur. Bildiride NATO’nun müslümanlara karşı yürüttüğü kanlı savaşı kaybettiği ancak bundan ders almayan Haçlı ittifakı, hain planlarını bu sefer farklı mecralarda gerçekleştirmeye koyulduğu iddia ediliyor. Henüz bildiriyi okumamış olanlar için büyük bir şaşkınlık ve boşluk hissi yaratma ihtimaline karşın, “üst aklın” şeytani oyunlarının tamamını sıralayalım; spor, sinema, tiyatro, televizyon, bağımlılık, kapitalizm, kumar ve turizm.

Abarttığımız veya bir yerlerini kırparak çarpıtıldığı düşünülebilir, ancak maalesef ki bildirinin içeriği ve kullanılan cümleler en mütevazı tabirle “Yuh be kardeşim!” dedirtecek cinsten. Belki bildiriyi madde madde alıntılamak ve tutarsızlıkları ve mantıksızları irdelemek daha eğlenceli ve ilgi çekici olacaktı ancak okurlarımız için pek de tatmin edici olmayacağı kanaatindeyiz. Onun yerine asıl sorunu irdelemek üzere iki soruya; radikal islamcıların tiyatroya, spora, sinemaya veya insana ait, insana dair güzel olan hemen hemen her şeye neden karşı olduğuna ve zamanla kendiliğinden tarih sahnesinden silinip silinmeyeceğine yanıt aramaya çalışalım.

Din ve Sanat üzerine…
Sanatla öyle ya da böyle bir şekilde ilgilenen, sanatı icra eden toplam içerisinde radikal dincilerin eser miktarda bulunduğunu söylemek sanırım haksızlık olmayacaktır. Dahası sanata ve sanatçılara yapılan fiziksel veya politik saldırıların bu güruh tarafından yapıldığı da ortada. Bu gerçekliğin elbette nesnel bir gerekçesi olmalı. Radikal dinci ideolojilerle sanatın arasında bitmek bilmez çatışmanın aslında bariz bir nedeni var; dogmatizmle, sanatla doğrudan ilişkili olan yaratıcı düşüncenin bilişsel olarak birbirinin antagonisti oluşu… Ancak mesele elbette bundan ibaret değil.

Modern ruhbiliminin öncülerinden C.G. Jung din ile kolektif bilinçaltını ilişkilendirir. “Dört Arketip” kitabında Jung, kolektif bilinçaltının, insanlığın kültürel mirası içerisinde taşıdığı imgelerden bahsetmektedir. Jung’a göre sanat yapıtı da (popüler kültürde buna dahil edilebilir) kolektif bilinçaltının dışavurumu olduğunu söylenebilir. Jung’un modern psikiyatrinin diğer öncülerine kıyasla dine karşı tutumunun daha ılımlı olduğunu söyleyerek burda bitirelim.

Jung’dan yola çıkarak dinsellik ve sanat arasında yakın bir ilişkinin olduğu yorumunu getirebiliriz. Peki bu ilişkinin karakteri ve detayları hakkında nasıl bir yorum getirilebilir? Ekim devriminin öncülerinden L.Troçki, yeni bir toplum oluşturma şafağındaki Sovyetler Birliği halklarının sorunlarını irdelediği kitabında “Süslü püslü elbiseler vs. giyinmiş rahiplere hiç gerek yok, sinema, beyaz perde üzerinde en zengin kiliseninkinden daha güçlü,” der. Devamında “Kilisede yalnız tek bir dram oynanıyor, her yıl ve bütün yıl hep aynı dram icra ediliyor.

Oysa bitişikteki sinemada puta tapanların, yahudilerin, hristiyanların törenlerini bütün tarihi akışı boyunca izliyorsunuz, törenlerdeki benzerliği görüyorsunuz.

Sinema eğlendiriyor, eğitiyor ve görüntüleriyle hayal gücünü uyarıyor, sizi kilise kapısından içeri girmek ihtiyacından kurtarıyor. Sinema sadece meyhanelerin değil, kilisenin de en büyük rakibi. İşte ne pahasına olursa olsun sahip çıkmamız gereken bir araç.” yazmıştır. Troçki kısacası dinselliğin ve sanatın insan bilincinde benzer etkilere sahip olduğunu söylemekte. Ne var ki toplumsal işlevi itibariyle dinci gericiliğin sanatla birbirine rakip hatta düşman olduğu çıkarımında bulunabiliriz. Burdan yola çıkarak muhafazakar toplumsal örgütlenmenin yalnızca bilimin değil, sanatın yerine de dini ve dinselliği ikame etmeye çalıştığını söyleyebiliriz.

“Siyasal İslamcıların” Kaderi
Muhafazakarlığın bilime ve sanata (hatta turizm ve spora) karşı aldığı tavır ortada, ki bunların bir avuç “manyak” olmadığını kesinlikle söyleyebiliriz. Benzer argümanları sanata ve bilime karşı propagandasını internet üzerinden yayın yapan “islam alimlerince” dile getirildiğine sıkça tanık olmuşuzdur. Peki gericiliğe karşı bilimi ve sanatı savunmak yeterli mi? Ya da bilimin ve tekniğin muazzam yol katettiği, dahası bilgiye erişimin son derece olanaklı olduğu bu çağda, bu toplumsal psikozun kendiliğinden sönümleneceğini söyleyebilir miyiz?

Kulağa gayet makul gelen bu argüman nedense günümüz dünyasıyla pek de uyuşmamakta. Işid’i, Boko Haram’ı, El-Kaide’si ve benzeri cihatçı çeteler yani tarihin en karanlık, en barbar unsurları tam da çağımıza ait!

Biraz kavramsal bir noktadan konuyu irdeleyelim. W.Benjamin “Tarih Kavramı Üzerine” adlı makalesinde, faşizmin “bu çağda bile olmasına” inanamayanlara şöyle sesleniyor: “Yaşadıklarımızın yirminci yüzyılda “hâlâ” olabilmesi karşısında duyulan şaşkınlık, felsefe anlamında bir şaşkınlık değildir. Bu şaşkınlık, kendisine kaynaklık eden tarih anlayışının savunulamayacağı bilinmediği sürece, hiçbir bilme sürecinin başlangıcını oluşturamaz.”. Tarihin belirli eğilimler taşıdığını öne sürmek bir yanılgı değildir elbette. Ancak bu nesnelliğe bir olumsallık atfetmeden tarihi determinist bir olgu olarak ele almak büyük bir yanılgıdır. Şeriatçılığı ve cihatçılığı kapsayan dinci gericilik de bir toplumsal harekettir, bir ideolojiyi içermektedir. Elbette bilim ve sanat gericilik karşında çok önemli bir silahtır. Ancak tarihi son kertede belirleyecisi toplumsal mücadeledir ve toplumsal mücadeleyi temel almayan, bilimin, sanatın ve laik devletin gericiliğin icabına bakacağına emin olanlar maalesef yanılmaktadır.

Bir parantez açarak altını çizmekte fayda var; iktidarın ve devletin gericiliğe hiç olmadığı kadar alan açtığını ve laiklikten taviz verdiğini söylememiz gerek. Bunun en somut örneğini aslında üniversitemizde de yaşamaktayız. Herhangi bir sol içerikli etkinliğe izin vermeyen, soruşturma açan yönetim, aleni bir şekilde şeriat ve cihat propagandası yapan gruplara müsamaha göstermekte. Elbette hükümet muhafazakar bir toplum inşası önündeki en büyük engelin toplumun en ilerici kesimini oluşturan üniversiteleri dönüştürmeden gerçekleştiremeyeceğinin farkında.

Sanırım bu yazıda başta Suruç ve Ankara katliamında canımızdan bir parça koparırcasına aramızdan alınanları ve Işid ve türevleri tarafından öldürülen insanları anmamak haksızlık olur. Onları katleden bu karanlığı tarihin çöplüğüne en derinlere gömmek boynumuzun borcu olsun.