Yaşantıyı, kamusal alanı, mevcut sistemin, sistemin altyapı ve üstyapı kurumlarını kendi ideallerine, inançlarına, ideolojilerine, çıkarlarına göre değiştirme ve dönüştürme iddiasında olan her toplam amacına örgütlü bir mücadele ile ulaşır. Tarih sahnesinde gerek devrimci gerek ise evrimci hiçbir değişim kendiliğinden gerçekleşmez. Her zaman değişime sebep olan bir özne, unsur vardır. Kimin, kimlerin, hangi öznelerin ilerici, tutucu (muhafazakâr) veya gerici olduğu var etmek için mücadelesini verdikleri değişimlerin dönemin şartlarına göre toplumsal yaşantıda ilerlemelere, gelişmelere yol açmış/açacak olmasına, mevcut durumu korumuş/koruyacak olmasına ya da geriye götürmüş/götürecek olmasına referans verilerek belirlenir. İlerleme kavramını tartışırken ise referansı somut gerçeklikten almak, metafizik kavramları dışlayarak bilimsel bir temel oluşturmak kendi gerçekliğimizi kendi ihtiyaçlarımıza göre dönüştürmek için şarttır. Basit bir örnek vermek gerekirse erkini tanrısal kökenlere dayandıran derebeylerin olduğu bir yönetim biçiminde kitlelerin dini kurumlara bağlılığının ve manevi dünya kavramına verdikleri önemin artması, sürdürdükleri yaşantında en iyi ihtimalle hiçbir şeyin değişmemesine neden olacaktır çünkü ruhban ile derebeyin çıkarları örtüşmektedir. Ayrıca manevi hayata olan düşkünlükleri onları yaşadıkları sorunlar üzerine mücadele vermekten uzaklaştıracaktır. Bu yüzden misyonerliğin gerici bir faaliyet olarak değerlendirilmesi yerinde olacaktır. Yaşanan bir değişimin ilerleme olup olmadığı kimlerin, hangi yapının çıkarına olacağı, hak ve özgürlüklerin nasıl değişeceği, toplumun refahının artıp artmayacağı, herhangi bir sömürü mekanizmasının varlığı vb. birçok etken değerlendirip belirlenmelidir. İlericiliğin farklı yönleri, yaşanan ilerlemelerin farklı biçimleri olduğu gibi gericiliğin de farklı biçimleri vardır. Farklı tarihsel gelişim süreçleri yaşayan toplumların karşılaştıkları gericilik biçimleri ve bunlara karşı yürüttükleri mücadeleler değişkenlik gösterir. Cinsiyetçilik, ırkçılık vb. gibi gerici düşünceler toplumsal yaşantıda sıkça yer bulmaktadır ve her birine karşı verilen mücadele ilericilik mücadelesinin bir cephesidir. Dinci gericiliği ve verilen laiklik mücadelesini konu alarak bu döneme başlayalım.
Bu memleketi karanlığa boğmak isteyen güruhların dinci gericilik kavramını eğip büküp yaratmaya çalıştıkları “mağduriyetlerin” arkasına sığınmalarına izin vermemek adına (o güruhu çok kez mağdur edeceğimizin garantisini vererek) dinci gericilik denince ne anlaşılıp ne anlaşılmaması gerektiğini netleştirelim. Bireyin inançları, neye niçin nasıl inandığı hiçbirimizi ilgilendiren bir konu değildir. Kişilerin inançları üzerinden yapılan gericilik tanımlaması hatalı olmak bir yana saldırgan ve saygısızcadır. Ancak inancın kurumsallaşması, kamusal ve siyasal alana etki etmesi toplumsal bir konudur. Kurumsallaşmış inanç/inançlar sistemi olarak ele aldığımız din kavramı üzerinden yapılan dinci gericilik tanımlaması ise tarihsel, sosyolojik, felsefi ve toplumsal anlamları olan, günümüz siyasetinde değil yüzyıllardır süregelen ilericilik-gericilik kavgasında şekillenmiş bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye özelinde bu mücadele kökleri Osmanlı modernleşmesi sürecine dayanan ve Cumhuriyet Devriminden bu yana siyasal hayatın ayrılmaz bir parçası olan bir etmendir.
Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvâ-yi Milliyecilerin öldürülmelerinin caiz olduğu fetvasını veren Şeyhülislam Dürrizade bağımsızlık mücadelesini halk nezdinde değersizleştirmek için bu fetvayı vermiştir. Toplumda kişilerin inançları üzerinden bağımsızlık mücadelesine böyle bir saldırı yapılmasının sebebi Şeyhülislam’ın bir inancın temsilcisi olması ve gerçekten inanç ile çelişen bir durumun olması değil Şeyhülislamın padişahın ve padişah çevresindeki otoritenin temsilcisi olmasıdır. Bağımsızlık için verilen mücadelenin karşısında bu toprakları sömürmek için savaş veren güçlerin yanında konumlanan İstanbul hükümeti, İngiliz ve Yunan ordularını Kuvâ-i İnzibâtiyye ile destekleme yetinmeyip dini bir araç olarak kullanmıştır. Kendi çıkarlarını korumak uğruna memleketi satıp sömürge bir devletin kukla padişahı, kukla hükümeti olmaya razı olan güruh sonunda İngiliz zırhlıları ile kaçmak zorunda kalmıştır. Dönemin tüm gerici odaklarına verilen cevap ise Cumhuriyet devrimi ve padişahın tebaası olan halkın iktidara el koyarak yurttaş olmaları olmuştur.
Cumhuriyet devriminin getirileri ile çıkarları çatışan sadece İstanbul hükümeti değildi. Osmanlı’da iltizam usulünün başlaması ile belirli bölgelerde erk sahibi toprak ağaları palazlanmıştı ve bunlar Osmanlı’dan modern Türkiye Cumhuriyeti’ne kalan sorunlardan birisiydi. Çok büyük toprakları ve o topraklarda yaşayan vatandaşı büyük ölçüde kontrol eden bu grup eski düzenin şartlarını muhafaza ettirmek için verdikleri mücadelede dinci gericiliğe sıkça başvurmuştur. Köy Enstitüleri yurttaşlık bilincine sahip, cumhuriyetin kazanımlarını cumhuriyetim daha fiili olarak etkisinin hissedilmediği topraklarda öğretmekle sorumlu aydınları bu toprak ağalarının kontrolündeki köylere halkı bilinçlendirmek amacıyla gönderdiğinde Köy Enstitüleri’ne karşı toprak ağaları tarafından adeta savaş açılmıştır. Demirel döneminde Adalet Partisinden milletvekili olan Kinyas Kartal’ın sözleri bu savaşın nedenini gayet iyi göstermektedir.
“…Ben kapattırdım köy enstitülerini. Ben toprak ağasıyım. 200’e yakın köyüm var. Bu köylerdeki halk bana tapar. Ne işi varsa bana sorar. Evlenecek, boşanacak, askere gidecek, mahkemesi nesi varsa gelir bana danışırdı. Ama köy enstitüleri açıldıktan sonra 5 köyüme köy enstitüsü mezunu geldi ve bu köylerden artık kimse bana gelip danışmamaya başladı. Ben düşündüm 200 köyümün hepsine köy enstitüsü mezunu gelirse benim ağalığım ne olur, sıfıra düşer!”
Toprak ağalarının çıkarları insanların cahil kalmasıyla, halkın tebaa olmasıyla örtüştüğünde dönemin en ilerici kurumlarından birisi olan Köy Enstitüleri’nin kapatılması yoluna girilmişti. Bu süreç bir günde gerçekleşmedi. Köy Enstitüleri’nde karma eğitim var, kızlar erkeklerle birlikte oluyor, Köy Enstitülerinin tuvaletlerinde çocuk düşürüyorlar gibi haberlerle kamuoyunda algı yaratılmış ve kurum halk gözünde değersizleştirilmiştir.
Fazla bilinmeyen ama Türkiye’nin siyasal hayatını önemli ölçüde şekillendiren ve Türk sağının köklerini oluşturan Komünizmle Mücadele Dernekleri kuruluş yıllarında komünizm ile mücadele için dinci gericiliği sıkça kullanmıştır. Camilerde verilen vaazlar ve yerel tarikatların kuruluşu ile etkisini arttıran dernekler Türkiye siyasetini şekillendirmiş birçok kişinin, örgütün ve partinin de içinden çıktığı derneklerdir. Öyle ki milli-görüş hareketini ve Türk-İslam sentezi tezlerini benimsemiş hemen hemen her unsurun kökleri buraya dayanmaktadır. Recai Kutan, Fetullah Gülen, Cemal Gürsel, Adnan Menderes, Celal Bayar, Süleyman Demirel ve Turgut Özal derneğin bilinen üyelerinden bazılarıdır. Bu dernekte faal olarak görev yapmış kişiler bugün MHP, AKP, Saadet Partisi gibi birçok partinin öncülleri sayılacak partileri kurmuşlardır. Bu partilerin yanı sıra MTTB gibi yapılanmaların da önemli isimleri gençlik yıllarında bu dernekte bulunmuştur. Bunca “farklı” oluşumun geçmişinin komünizmle mücadele derneklere dayanması tesadüf değildir. Komünizmle mücadele üzerinden başta laiklik olmak üzere cumhuriyet devriminin getirdiği tüm ilerlemelere saldıran bu dernekler ve ardılları olan oluşumlar siyasal islamın ve dinci gericiliğin bayrak taşıyıcıları olarak Cumhuriyet tarihimiz boyunca verilen ilericilik-gericilik kavgasının gerici öznesi olma başarısını istikrarlı olarak göstermişlerdir. Yaratmak istedikleri düzen ise yüzyıllar öncesinin koşullarına duydukları özlemden değil kendilerinin ve işbirlikçilerinin çıkarlarının bu düzeni gerektirmesindendir. Bu ülkede yurttaşlar yerine tebaanın, sendikalarda, meslek odalarında örgütlü olarak hakkını arayan işçiler yerine kendisine vaazda azla yetinmesine söylendiğinde azla yetinen işçilerin, bireylerin değil müritlerin olduğu bir sömürü düzenini yaratmak istiyorlardı. Bunun için aydınlarımızı öldürdüler. Darbeler ile meslek odalarını, sendikaları, bu düzene hayır diyen tüm odakları yok etmeyi denediler. Cumhuriyet tarihimiz bu ilericilik-gericilik kavgası üzerine yazılmıştır. Laiklik mücadelesinin ise buradaki önemi tarihimizdeki her türlü ilerlemenin karşısında dinci gericiliğin var olmasındandır.
Peki bugün durum nasıl?
Özgürlüklerde ve refah seviyesinde yaşadığımız gerilemeyi her gün tecrübe ediyoruz. Basın özgürlüğünde, çalışan haklarında vb. birçok alanda geçmişe nazaran geriledik. Modern Türkiye Cumhuriyeti bir polis devleti haline geldi. Yargı bağımsızlığını kaybetti. Saymakla bitiremeyeceğimiz birçok olumsuzluk var. Peki bu olanlar neden, niçin yaşanıyor? Halk kaybederken kim kazanıyor? Bu sorunun cevabı çok açık. Bizlerin sefaleti yönetenlerin, sömürdükleri emeğimiz üzerine hayatı kurulu olanların refahını yaratıyor. Biz daha azına razı edildikçe, hakkımızı alamadıkça onların payı büyüyor. Bizim haklarımız kısıtlandıkça bizlerin sefaletinden beslenenlerin özgürlükleri artıyor. AKP genel başkanının patronları toplayıp OHAL’de grevleri yasakladık diye demeç vermesi, ülkenin en zenginlerinin vergi borçları sıfırlanırken asgari ücretin açlık sınırında dayanması içinde yaşadığımız rant düzeninin karakteristiğidir. Bu noktaya gelişimiz, anayasal haklarını kullanmaktan dahi mahrum, insanca yaşam koşullarına erişmekte dahi zorlanan bir toplumun oluşması Saray rejiminin Cumhuriyeti neredeyse tasfiye etmiş olmasının bir sonucudur. Buraya gelene kadar gerçekleşen birçok olay tekil olarak değerlendirildiğinde anlam kazanmıyor olabilir ancak bir bütün olarak bakınca bu tasfiye sürecinin yavaş yavaş işlendiği görülebilir. Asansörde halvet ortamı oluşur, bir erkek dört kadını eş alabilir, kız çocukları 12 yaşını geçince evlendirilebilir diyen şeyhlerin rahatça fikirlerini beyan edebilmesine göz yumulması ve bu gibi durumların normalleştirilmesi ile bugün İstanbul sözleşmesinin feshedilmesi bağımsız olaylar değildir. OHAL’de grevlerin yasaklanması ile azla yetinmek üzerine verilen vaazlar bağımsız değildir. Tarikatların palazlanması STK, dernek vb. gibi isimler altında palazlanması ve desteklenmesi, bugün okul öncesi din eğitiminin konuşulması, öğrencilerin tarikat yurtlarına mahkûm edilmesi, camilerde sayısız tarikatın, partinin, derneğin sohbet adı altında örgütlenmesine göz yumulması bağımsız olaylar değildir. Bu ve bunun gibi nice olay toplumsal, siyasal alanda yaratılmak istenen değişikliklerin ilmek ilmek örülmesiyle ilişkilidir. Bu faaliyetlerin hepsi örgütlü gericiliktir ve siyasal saikler ile gerçekleştirilmiştir. “Laiklik bugün hala bir mücadele gündemi mi?” sorusunun cevabı bugüne nasıl geldiğimizin hikayesinde gizlidir. Laiklik bu ülkedeki en diri mücadele alanlarından birisi ve gerek var olan bazı mevzilerin korunması gerek ise kaybettiklerimizin geri alınması açısından uzun süre mücadelesi verilecek bir alan olacaktır. Laiklik mücadelesi kişilerin inançlarını nasıl yaşayacağı üzerine değil, toplumsal hayatın nasıl şekilleneceği üzerine verilen bir mücadeledir. Bir tarafında bilimin, aydınlanma ve ilerlemenin, eşitliğin ve özgürlüğün oldu diğer tarafında ise cehlin ve karanlığın, sömürünün ve gerilemenin olduğu bu mücadelenin kazananı hayatımızı tayin edecektir. Örgütlü gericilikle örgütlü bir biçimde mücadele edileceğini hatırlatarak okurlarımızı bu mücadelede yerlerini almaya davet ediyorum. Daha aydınlık bir Türkiye, bağımsız, özgür ve eşit bir cumhuriyet mümkün!