İçeriğe geç

Bir Kavram Üzerine: Halkçılık

Halkçılık nedir? Kelimenin kökenini incelemek, konu üzerine düşünmemizi yöntemsel olarak kolaylaştırmak ve yazımızın ilerleyen kısımlarını daha sağlıklı bir şekilde kavramak adına önemli. Halkçılık (populism), Latince sıradan halk anlamına gelen ve toplumun aristokratlardan ayrılan kesimini tanımlayan populus kelimesinin sonradan people (halk) kelimesine dönüşmesi sonucu ortaya çıkmış bir kavramdır. Bir kavram olarak halkçılık, bu ülkenin ilericilerinin üzerine çok düşündüğü (en azından düşünmesi gereken) konulardan biri olmuştur. Biz bu yazımızda halkçılık kavramının Türkiye’de tarihsel gelişimini/değişimini ve bugün ne değer taşıdığını inceleyeceğiz.

Özellikle siyaset alanında “sıradan” halkın da bir özne olabileceği fikrine dayanan halkçılık, dünyada kendisini en açık biçimde 1789 Fransız Devrimi’nde ortaya çıkarmıştır. Ülkemizde ise, elbette kendi özgüllüğünde, II. Mahmut zamanında oluşturulan danışma meclisleriyle ilk kez karşımıza çıkan halkçılık fikri; Abdülhamid istibdatını yıkan 1908 Jön Türk Devrimi ile artık daha açıktan savunulmaya başlanmıştır. 1923 ise egemenliğin doğrudan halka verilmesi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Yani diyebiliriz ki Türkiye toplumunun modernleşme tarihi aynı zamanda “halk”ın adım adım siyaset sahnesine çıkmasının tarihidir.

Günümüzde ise ülkemizde ve dünyada egemen sınıflar ve onların temsilcileri halkçılık fikrinin en ufak bir esintisinden bile fersah fersah uzaktadır. Bu bağlamda, Türkiye’de çözümün sol bir çıkışta olduğunun farkında olanların yeni bir perspektifle halkçılık kavramını ele almaları bir ödev haline gelmektedir. Bu perspektif ise kuşkusuz dünyanın şu anki durumunun bir bütünlükle ele alınmasıyla oluşacaktır.

Neoliberalizmin bunalımlarının oluşturduğu küreselleşme karşıtı eğilimlerin, kitleleri daha sağa ya da daha sola ittiği tarih sayesinde tecrübe ettiğimiz bir gerçek. Sağ popülist söylemlerle doğan AKP’den tutun, ABD’de Trump ve Fransa’da Macron örnekleri ile beraber sol popülist söylemlere sahip Corbyn’in İngiltere’de çıkış yakalaması bu gerçeğin bir anlamda sağlaması durumunda. Bu noktada sağ popülizm ve sol popülizm arasındaki farkları ortaya koymak gerek. Sözü Cenk Saraçoğlu’na bırakalım:

Sağ popülizmde lider-kitle ilişkisi, sol popülizmden farklı olarak kitlelerin hareketin kendi dinamiği içerisinde şekil verilmiş taleplerinin bir liderin sözcülüğünde ve bir tema altında siyasete aktarılmasına dayanmaz. Daha çok, mevcut yakınma ve taleplerin bir lider tarafından duygusal ve ajitatif bir söylemle işlenerek ve böylelikle de kökenlerinden koparılıp bağımsızlaştırılarak kendi bünyesinde cisimleştirilmesine ve onun şahsi hedefleriyle açıkça özdeşleştirilmesine dayanır.

Yani sağ popülizmdeki lider-kitle ilişkisine göre lider, fetişleştirilmeye çok müsaittir. Bu durum ise “lider”in daha sonra kendi “halk” tanımını yapıp toplumun diğer kesimlerinin de bu tanıma uymasını beklemesine (zorlamasına) büyük olanaklar tanımaktadır. Dikkatli okuyucularımız burada faşizme giden bir yolun tariflendiğini kaçırmayacaktır.

Tekrar kendi topraklarımıza dönelim ve AKP’nin doğumundaki sağ popülist söylemlerini inceleyelim. Söylenene göre ortada bir “halk” bir de “elitler” vardı. Bu elitler bürokraside olsun, orduda olsun bütün devlet aygıtlarında yer almaktaydı. İkinci kısmın laik karakterine vurgu yapılmasıyla toplumun adım adım islamcılık ile uyumlu hale gelmesi istendi ve önemli ölçüde başarıldı. Fakat bugün bu siyasetin barutu tükenmiş durumda. Ekonomik tablo AKP’nin halk-elitler zıtlığı kurmasına müsait değil. Bugün bir tarafta 1150 odalı saray varken diğer tarafta gecekondu mahalleleri var. Bir tarafta o saraylardan çıkıp “gemicikleriyle” ticaret yapanlar var; diğer tarafta gecekondularından çıkıp inşaatlarda çalışan, iş cinayetlerinde hayatını kaybeden emekçiler var. Yani bugün halk dediğimizde aslında akla basbayağı emekçi toplum kesimleri gelmeli. Bu gerçekler ortadayken AKP artık halk-elit zıtlığını kullanamadığı için bu sefer yeni zıtlıklar türetmeye başladı. Milli-gayrı milli olarak adlandırabileceğimiz bu zıtlıkla artık siyaset okları içe doğru değil dışa doğru dönmeye başladı. Yani iç siyasette tutturmak istediği ritmi dış siyaseti kullanarak yakalamaya çalışmaktan bahsedebiliriz. Fakat buradaki “milli” kısım kuşkusuz yukarıda değindiğimiz sağ popülist liderin kendi halk tanımı ile ilişkili. Bir yandan toplumun diğer kesimlerinin kendisine uymasını beklerken (zorlarken) diğer yandan buna karşı çıkanlara gayrı milli yakıştırması yapılmasına olanak sağlayan bir siyaset tarzı söz konusu. Yani söylenen kısaca “Ya bizdensin ya onlardan. Ya millisin ya vatan haini.” şeklinde karşımıza çıkıyor. Bu noktada tekrar Cenk Saraçoğlu’ndan alıntı yapmakta fayda var:

Faşist hareketler, “bugünün” ya da “anın” acil bir şekilde aşılmaması durumunda ulusun topyekûn bir yok oluşla karşı karşıya kalacağı iddiasını salgılar ve kitleleri acilen an’ın sorumluları karşısında seferberliğe çağırır ve bu seferberlik üzerinden bir kitle hareketi yaratmaya çalışır. Öte yandan an’a karşı kışkırtılan yıkıcı seferberlik, onun yarattığı sorunların nesnel tespitine ya da bunlar üzerinden geliştirilen siyasal bir programa dayanmaz. Önerdikleri şey “bugünü”, “geçmişi” gelecek için kurgulayarak kesintiye uğratmaktır: Yani ulusun geçmişte yaşadığı varsayılan mitleştirilmiş bir “altın çağı” belirsiz bir gelecekte yeniden tesis etme iddiasıyla “bugünü” yıkmak. Kısacası faşizm “bugünün” nesnelliği karşısında somut bir siyasal program değildir, bir ayağı mitik bir geçmişe, diğer ayağı muhayyel bir kutlu geleceğe uzanır, Roger Griffin’in bahsettiği “küllerinden yeniden doğma” ya da “milli yeniden diriliş” mitosunu (palingenesis) devreye sokarak halkı “bugünün” müsebbipleri karşısında teyakkuza ve şiddete çağırır; kendi şiddetini de bu şekilde meşrulaştırır.

(Bkz: Yeni Osmanlı)

Peki ne yapmalı? Öncelikle şu “popülizm” silahını egemenlerin elinden halkçılıkla almanın yolları aranmalıdır. Marx, yığınların teoriyi değil, teorinin yığınları kavramasından bahseder. Fakat teorinin yığınları kavrayışı kuşkusuz doğrudan değil çeşitli dolayımlar aracılığı ile olacaktır. Yani teorinin yığınlara giderken çeşitli kanallara ihtiyacı vardır. Ülkemizde bu açıdan değerlendirilebilecek kanallar mevcuttur. Başta bu yağma ve talan düzeni, yoksulluk, piyasacılık, gericilik, baskılar, yasaklar derken liste uzayıp gidiyor. Bütün bu kanallar şu an halkçılık olarak kodladığımız kavramda birleşebilir. Dikkat etmek gerekirse sınırları keskin bir şekilde belirlenmiş bir programdan bahsetmiyoruz. Benjamin Arditi’nin söylediği gibi, halkçılık, bütünlüklü bir teorik çerçeve, katı bir ideolojik sistem ya da toplumsal bir örgütlenme ilkesi olarak değil, siyasal ve toplumsal mücadelenin belirgin bir “vurgusu”, bir tür siyasal kültür olarak işlevlidir. Halkçı, solcu, piyasa karşıtı bir siyaset tarzı Türkiye’nin içinde bulunduğu açmaza büyük ölçüde yanıtlar üretebilecektir.


Yararlanılan kaynaklar:

  1. https://web.archive.org/web/20180402043211/http://yondergi.org/Yon-11-Doc-Dr-Cenk-Saracoglu.html
  2. https://web.archive.org/web/20180402042352/http://yondergi.org/Yon-11-Can-Soyer.html
  3. https://web.archive.org/web/20180402043221/http://yondergi.org/Yon-11-Yrd-Doc-Dr-Deniz-Yildirim.html