Günümüz hakim ideolojisinde bilim ve toplum arasındaki etkileşimin tek yönlü olduğu düşünülür. Bilim alanlarındaki gelişme toplumu tek yönlü olarak dönüştürürken toplum, günün koşulları, tarih, bilimi kayda değer ölçekte belirlemediğine inanılır. Hal böyle olunca bilimcinin toplumdan, politikadan azade bir şekilde laboratuvarında bilimini yapıp gerisine karışmaması en mantıklı görünür.
Oysa gerçek bunun tam tersidir. Piyasa ile birlikte politika hangi bilim alanlarının gelişeceğini, o alandaki bilimcilerin hangi konu üzerinde çalışacağını belirler. Bilimin çıktılarının toplumun refahına mı yoksa toplumun zararına mı kullanılacağı bilimciye sorulmaz. Öte yandan tarihin, günün önyargıları da bilimcinin kuramına kadar ne düşündüğünü etkiler.
Bu yazıda kimi örnekler üzerinden ne anlatmaya çalıştığımızı açmaya çalışacağız.
İdeolojik belirlenim
“Daha fazla çocuksu[dölütsel] özelliğe sahip olan erişkin, gelişimi bu özelliklerin ötesine geçmiş olandan kesinlikle daha aşağıdır. Bu ölçütlere göre Avrupalı yani beyaz ırk listenin en üstünde, Afrikalı yani zenci ise en altında yer alır.”
D. G. Brinton (cerrah, tarihçi, arkeolog ve etnolog), 1890
“Kuramımın temelinde, ırkların eşit olmadığına inanıyorum. Zenci, dölütsel gelişiminde, bir beyaz için çoktan son aşama haline gelmiş olan bir evreden geçer. Zencide gecikme süreci devam ederse, o ırk için şu anda bir geçiş aşaması olan aşama, son aşamaya dönüşebilir. Şu anda beyaz ırkın oturduğu gelişim doruğuna erişmek diğer bütün ırklar için olanaklıdır.”
L. Bolk (anatomist), 1926 [1]
Siyahların beyazlardan aşağı olduğunu savunuyor Brinton, çünkü siyahların erişkinliklerinde de çocuksu özellikleri koruduğunu söylüyor. Siyahlar beyazlardan aşağıdır diyor Bolk, çünkü beyazların erişkinlerinde çocuksu özellikleri koruduğunu söylüyor. Aradan geçen 30 yıldaki fark ise yinelemeli oluş kuramının yerine neoteni kuramının geçmesi oldu. Brinton ve Bolk’un yazdıkları istisnai değildi, döneminin bilim çevrelerindeki hakim düşünceleri yansıtmışlardı. Bilimi toplumdan ve tarihten kopuk düşünürsek idealdeki beklentimize göre, çocuksu özelliklerin aslında insanı diğer primatlardan ayırdığı görülmeye başlandığında bilimsel olguların önyargımızı kırması, siyahların beyazlardan üstünlüğünün kabul edilmesi gerekirdi. Ama öyle olmadı. Bilim çevrelerinde önceki bulgular usulca bir kenara itilip beyazların koruduğu çocuksu özelliklere kanıtlar aranmaya başlandı. Dönemin önyargısına göre siyahlarla beyazların farklı olduğu, onların geri kaldığı için aşağı olduğu “apaçık gerçek”ti. Bilimciler de bulundukları tarihin ve toplumun üyesi olarak bu önyargılara sahiptiler ve kuramları da buna uygun olarak şekillendi.
Güzel yansıttığı için bu örneği seçsek de istisnai veya eskide kalmış sanılabilir. Yaşam tarihinin muhteşem kuramı olan Evrim Kuramının ırkçı önyargılara göre çarpıtılması olan “Sosyal Darwinizm” 20. Yüzyılın son çeyreğine kadar bilim çevrelerinde kayda değer bir destek bulabilmiş, ırkçı ideolojilerin yeniden üretimini sağlayıp “bilimsel kılıf” sunabilmiştir. Biyolojik belirlenimcilik olarak adlandırılabilecek bu çizgi, günümüzde “genetik determinizm” olarak varlığını sürdürüyor.
Kapitalizm öncesi feodalizm döneminde soylululuğun kanla geçtiği düşünülüyordu. Bu önyargı tüm insan bilimlerini etkiliyor ve belirliyordu. Toplumsal sınıfların yerleşikliği farkında olunmadan bilim camiasında bu şekilde meşrulaştırılıyor ve yeniden üretiliyordu. Günümüzde ise kapitalist dünya sisteminde yaşıyoruz ve kapitalizmin önyargılarına sahibiz. Hem toplumsal hem bireysel sorunlar artık soyumuzdan gelen kanımıza bağlanmıyor, soyumuzdan gelen genlere bağlanıyor. Arama motorlarına “geni bulundu” yazarsak şiddetten mutluluğa, uzun ömürden zekaya kadar sınırsızca içerik bulabiliriz. “Çünkü böyle yaratıldık”tan “çünkü böyle evrimleştik”e… Elbette genetik belirlenime sahibiz, örneğin göz rengimiz, ortalama boy aralığımız, ten rengimiz gibi özelliklerimiz genlerimizle belirlenir. Ancak insanları diğer primatlarda ayıran kültürel ve toplumsal evrimimizi tümüyle yok sayıp, karmaşık insan ve toplum özelliklerini atalarımızda sabitlenmiş genlerde aramak, tam olarak hakim ideoloji ve önyargıların yaptırdığıdır ve hakim ideolojilerin kendini bilim camiası üzerinden yeniden ürettirmesidir. Toplumsal ve kültürel etkilerle birlikte kuvvetli epigenetik faktörler üzerinden yapılan çalışmalar yerine, aşırı zayıf korelasyonlarla kurulmaya çalışılan ve aslında bilimsellik oranı daha düşük olan gen bulma furyasının daha çok alıcı bulup popülerleşmesi ise ideolojik yeniden üretim sürecinin bir parçasıdır.
Toplumsal cinsiyetten gelen önyargılarla kadın-erkek arasında sürekli aranan(ve bir türlü bulunmayan) doğuştan zihinsel ayrım araştırmalarının yaygınlığı da anlatılanlara somut örnek teşkil etse de yerimiz olmadığından bu konuyu başka bir yazıya bırakıyoruz.
Temiz kalmak
Tüm bu ideolojik belirlenimleri bir yana bırakırsak, laboratuvarında deneyini yapan ve kuramını üreten, gerisine karışmayan bir bilimci özgür ve temiz kalabilir mi sorusunu düşünebiliriz. Piyasa ve dönemin politik atmosferi sizin hangi araştırmayı yapacağınızı belirler, hangi alanlarda hangi çalışmaların destekleneceğini belirlerken akademisyenlerin hangisini faydalı gördüğüne bakılmaz. Hangi çalışmaların piyasada kar getireceğine bakılır. Refahını emperyalist sistem içerisinde başka ülkeleri sömürerek elde eden birkaç ülkenin hobi olarak bilime daha fazla fon ayırması buradaki kaideyi bozmaz. Bundan da bir şekilde sıyrıldık diyelim.
I. dünya savaşı tarihe kimya savaşı olarak da geçmiştir. Kimyacılar işlerini yaptılar, elementleri ve molekülleri bir araya getirdiler, ayırdılar, gerisine karışmadılar. Oluşturdukları kimyasal malzemelerin nerelerde kullanılacağı gibi dünyevi işlere kafa yormadılar. II. Dünya Savaşı’nın öncekine atıfla fizik savaşı olduğu söylenir. Fizikçiler işlerini yaptılar, atomu parçaladılar, açığa çıkacak enerjiyi hesapladılar, gerisine karışmadılar. Parçaladıkları atomun kimin kafasında parçalanacağını hesaplamadılar. Her seferinde ise ilgilenmedikleri için çok utandılar.
Feodalizmin yıkılıp kapitalizmin yerleştiği dönemlerde bilim politikti, burjuvazi de bilimin politikliğini destekliyordu. Ancak burjuvazi iktidarını yerleştirdikçe bilimciye dünyevi işleri bir kenara bırakmasını, kendi işlerine bakmasını salık verdi. Bilimci de bunu içselleştirdi, politika gibi kirli işlere bulaşmayıp temiz kalacağını, özgürlüğünün ve temiz kalmanın yolunun bu ideolojiden geçtiğini düşündü, yanıldı.
Hakim ideolojiye itiraz eden, ideolojik hegemonyaya direnen ekol de varolmayı sürdürdü. Faşizme ve Savaşa Karşı Dünya Komitesi gibi komitelerde Marie Curie, Paul Langevin gibi tanıdık simaları da görürüz. Curie’nin kızı Irene ile birlikte yapay radyoaktivite çalışmalarından dolayı Nobel Kimya Ödülü’nü almış Frederic Joliot-Curie de bir başka politik farkındalığı olan bilimcidir. Fransız Komünist Partisi üyesi de olan Joliot, II. dünya savaşı döneminde College de France’da nükleer çalışmaların da yapıldığı laboratuvarın başındaydı. Naziler Paris’i işgal ettiğinde tüm kaçma önerilerine karşın Joliot ülkesini terk etmemişti. Almanya’nın Fransa’da kaldığı 4 yıl süren işgal günlerinde Joliot, nüfuzunu da kullanarak laboratuvarının başında kalmayı başarmıştı. Joliot, bu süreçte yeraltına çekilmiş olan ve Nazilere Fransa’da cehennemi yaşatan Fransız Komünist Partisi öncülüğündeki silahlı direniş örgütü Ulusal Cephe’ye katılmış, laboratuvarını direnişçiler için bomba üretim imalathanesine ve cephaneliğe dönüştürmüştü. Bu süreçte kurşuna dizileceğini öğrendiği fizikçi Langevin’e de sahte kimlik sağlayarak onu kurtarmış, laboratuvarında etrafındaki çember iyice daralınca da bizzat direnişçilere katılmıştı.
Yerimiz dar olduğundan çok derin inceleyemesek de konuya bir giriş yaptığımızı sanıyoruz. Daha detaylıca tartışmak üzere diyelim ve kapanış mahiyetinde yazıyı Harun Karadeniz’in ’68 İTÜ Arı Yıllığındaki sözleriyle sonlandıralım:
“Öğrenciliği bitirip meslek hayatına atılacak olan biz mühendisler için iki yol vardır. Bu yollardan biri, kim için ve ne için üretim yaptığını düşünmeksizin egemen sınıfların yararına üretim yapmaktır. Kısaca, neden ve niçinini düşünmeksizin, bir miktar karşılığında üretim yapmak, yani robotlaşmak.
İkinci yol ise, kim için ve ne için çalıştığını bilerek, emekçi halkın yararına üretim yapma olanaklarını aramaktır. Bir başka deyişle, ikinci yol küçük bir azınlığın yararına robotlaşmak değil, büyük çoğunluğun, yani toplumun yararına çalışarak insanlaşmak yoludur.” •