İçeriğe geç

Bilelim Diye…

İTÜ öğrenci tarihinden bilmemiz gereken bir kesit alıp hatırlatmak istiyorum. Bugünkü adıyla İTÜ Öğrenci Konsey’ine zamanında Harun Karadenizler başkanlık yapmıştır. Dolmabahçe’ye demir atan ABD 6. Filo’sunun Gümüşsuyu’dan başlayan yürüyüşle denize dökülmesinden önce ve Gümüşsuyu’da yaşanmış ve Vedat Demircioğlu’nun hayatını kaybetmesine neden olan olayları, “Olaylı Yıllar ve Gençlik” kitabında Harun Karadeniz şöyle yazmaktadır:

“6. Filonun geldiği günün akşamı, biz devrimci örgütler arası “eğitim kurulu” toplantısı yapmıştık. Bu toplantıya İstanbul’da bulunan birçok örgüt temsilcileri katılmıştı. Toplantı geç saatlere kadar sürdü. 6. Filo sorununu yeterince ele alamamıştık ve ne tür eylem yapacağımızı kararlaştıramamıştık. Sadece kararımız, bildiriden mitinge kadar çeşitli biçimlerde sürecek eylem biçimindeydi. Eğitim toplantısından çıktığımız zaman, birçok arkadaş, Beyoğlu’ya giderek işkembe çorbası içmeyi istedi. İşkembeciler geç saatlere kadar açık oldukları ve biz de geç saatlere kadar toplantı yaptığımız için sık sık çorba içmek üzere Beyoğlu’ya giderdik. O akşam da öyle oldu. İkişer üçer kişilik gruplar halinde, düzensiz bir biçimde Taksim’e yürüyorduk. Ben ve birkaç arkadaş önden gittik. Ayazağa’dan Taksim’e çıkan yerde bir grup toplum polisinin yolu kontrol altına aldıklarını gördük. Biz oradan geçip gittikten sonra toplum polisleri yolu kesmişler ve bizden sonra oradan geçmekte olan arkadaşlarımızı alıp götürmüşler. Götürülen 11 öğrenci arasında Hasan Yalçın da vardı.

Ben yanımdaki arkadaşlarla yurda döndüğümde durumu öğrendim. Burada şunu belirtmek istiyorum: Biz o akşam gerçekten de çorba içmeye gidiyorduk ve başkaca herhangi bir niyetimiz yoktu. Polis, arkadaşlarımızı tutuklayınca tek kelimeyle tepemiz attı. Çünkü o gece bütün Beyoğlu’da sazlarda, barlarda Amerikan erleri gezip eğleniyorlardı. Biz bu memleketin gençleri olarak çorba içmeye gidemiyorduk. Durumu öğrenen herkesin tepesi atıyor ve Öğrenci Birliği’ne koşuyordu. Öğrenciler, kendiliğinden örgütlendi. Yurdun önünden geçen yol kontrol altına alındı, Amerikalı taşıyan araçların geçmesi engellenecekti. Bu engelleme o kadar doğal bir haktı ki, bizim gezemediğimiz kendi vatanımızda Amerikan erlerinin gezmesini düşünmek bile insanı deli ediyordu. 6. Filo düpedüz işgal ordusu konumuna geliyordu gözümüzde. Biz sokağa çıkmaya korkuyorduk. Fakat yurdun hemen karşısındaki bir otelin kapısında bir impala taksi duruyor ve içinden bir Amerikalı er ile bir Türk Hanım iniyor ve otele giriyorlardı. Bu sahne yüzlerce defa öğrencilerin ve polisin gözü önünde tekrarlanıyordu. Polis otelin kapısında nöbet tutuyor ve yoldan geçen arkadaşları topluyordu. Hiçbir ideolojik yapısı olmayan gençlerin bile en azından isyan edeceği olaylardı bunlar. Nitekim öyle oldu. O zamana kadar pek bir işe karışmayan birçok genç, oteli taşa tutup camlarını indirdiler. Bana soruldu önce. “Evet” dedim. Ben de son derece kızgındım ve zaten hayır desem de inecekti camlar.

6. Filo gidene dek yurt önünden ve ardından Amerikalı taşıyan arabalar geçemeyecekti. Taşkışla ve Gümüşsuyu üniversite yapılarına sığınan öğrenciler, Amerikalı taşıyan birkaç arabayı taşladılar.

İkinci akşam saat gece bir buçuk sularıydı. Ben, artık bir olay çıkmaz diye arkadaşlardan izin alarak yurdun üst katına yatmaya çıktım. Merdivenleri henüz çıkmıştım ki aşağıda birtakım gürültüler olduğunu duydum. Koşup aşağı indiğimde gördüm ki bir sivil polisi gençler hırpalamışlar ve öğrenci birliğine getirmişlerdi.

Duruma el koydum. Önce memurun yüzünden akan kanların silinmesini istedim. Arkadaşlar, memuru bir kenara oturtarak ilk pansumanlarını yaptılar. Memurun başındaki yaralar sargı gerektirmeyecek çizgiler şeklindeydi ve zaten memurun da umurunda olan yaraları değil tabancasıydı.

“Ya beni öldürün ya tabancamı verin. Tabanca benim şerefimdir onsuz yaşamak istemem. Tabancamı verin” diye sürekli söyleniyordu.

Ben olayın detaylarını o zaman öğrendim. Bizim arkadaşlardan biri yine karşı otele doğru bir taş atmış. Bu memur ise yukarıdan aşağı sanki yoldan geçen bir yolcu gibi geliyormuş. Tam arkadaşın yanına gelince birden üstüne atlayıp yakalamak istemiş. Arkadaş ise kim olduğunu ve ne olduğunu bilmediği bu yolcuyla boğuşmaya başlamış. O sırada bahçedeki arkadaşlar da çıkıp yolcuyu içeri alıvermişler ve bakmışlar ki tabancası var, tabancayı alıp zararsız hale getirmişler. Polis olduğu ise daha sonra çıkmış ortaya.

Durum birden nazikleşmişti. Yurt bahçesinden epey uzakta bulunan polisler komiseri geri istiyorlardı. Yurda saldırmak konusunda polislerin kendi aralarında dövüştüklerini görüyorduk. Heyecan çok artmıştı. Polisin baskın yapacağı anlaşılıyordu. Gecenin o saatinde İTÜ Rektörü Bedri Karafakioğlu’nu aradım. Ve durumu anlatarak araya girmesini ve daha büyük olayların doğmasını önlemesini istedim. Rektör:

“Durumun daha evvel emniyetçe kendisinden sorulduğunu ve senato üyelerinin bazıları ile de görüştükten sonra Gümüşsuyu yurt binasını Üniversite kabul etmediklerini” bana söyledi.

Artık yurdun basılacağı kesindi ve aramızda şu tartışıldı: Biz bu komiseri verirsek mi basılırız, vermezsek mi? Memurun tabancasını iade ettik önce. Sonra bazı arkadaşlar bir kâğıt hazırlayıp imza ettirdiler komisere. Bu kâğıtta “Kapı önünde birini yakalamak isterken hırpalandığını ve fakat öğrenci birliğinde iyi muamele gördüğü” yazılıydı. Biz memuru bırakıyorduk ki, büyük bir uğultu ile saldırı başladı. Toplum polisi tam bir galeyan halinde saldırıyordu. Camların kırılışı ile bağrışan insan sesleri birbirine karışıyordu. Ben hayatımda o kadar dehşet verici bir saldırı görmemiştim.

Saldırı başladığı anda biz yurt kapısı ile PTT’nin orta yerinde bulunuyorduk. Oraya kadar memuru yolcu etmek için yürümüştük. Bir anda ortalık karışmış ve biz kendimizi yurdun içine zor atmıştık. Merdiven camekanına yağan taş yağmurundan, merdivenleri çıkamadım. Herkes bir yana kaçışıyordu. Ben yurdun lokaline girerken polisler yurt kapısından içeri giriyorlardı. Ben lokalde beklemeden aşevinin önündeki çatıya atladım. Çatıda adımlarken gördüm ki yurdun dört bir yanı sarılmıştı. Açık olan bir pencereden aşevine girdim ve benim gibi yapan birkaç arkadaşla bir odaya girerek saklandık.

Çatırtılar, uğultular ve çığlıklar bütün şiddetiyle bir süre daha devam ettikten sonra sesler kesildi. Polisler, birçok arkadaşımızı öldüresiye dövmüşler ve otuz küsür arkadaşımızı da alıp götürmüşlerdi. Yapılan baskının hiçbir yasal yanı yoktu ve tek kelimeyle barbarca yapılmıştı.

Elliye yakın arkadaşımız bayıltıncaya kadar dövülmüştü. Vedat Demircioğlu dövülüp pencereden atılmış ve sonra da üç yüz metre kadar ayaklarından tutularak yerde tekmelenerek sürüklenmiş ve PTT önünde öldü diye terkedilmişti. Büyük bir infialle Taksim’e yürüdüğümüzde gün ağarmıştı. 6.Filo ismi bir kez daha yerleşti kafalarımıza.

Baskından sonra, yurt binası harabe halindeydi. Bir ara Rektör Karafakioğlu geldi. Konuşmak istedi fakat konuşturulmadı. Yuhalandı ve susturuldu. Gelmiş geçmiş rektörler arasında belki de en sevilen rektördü Karafakioğlu. Fakat bir hata yaptı ve susturuldu. Gerçi önce pek az bir öğrenci yuhaladı rektörü fakat sonradan kimse dinlemedi sözlerini. Fakat sanırım ki durumu gören rektör de pişmandı “yurdu Üniversite saymıyoruz” dediğine.”
Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik, Belge Yayınları

Harun Karadeniz’in anı kitabında adı geçen dönemin rektörü Ord. Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu, bu olayda ne kadar ciddi yanlış bir tutumda bulunmuş olsa da, kendisi ilerici bir karaktere sahipti ve ilericiliği yalnızca kendine saklamıyordu. Bu nedenle onun hakkında başka hatırlatmalar yaparak hocamızın hakkını teslim etmek istiyoruz. Bedri Karafakioğlu Sık sık öğrencilerle birlikte omuz omuza eylemlere katılan bir rektördü. Başka pek çok olayda olduğu gibi, 1968 yılında çıkarılmak istenen “Öğrenci Disiplin Yönetmeliği”ne de “Gençliğin heyecanı emirlerle kanalize edilemez” diye18 rek karşı durmuş ve öğrencileriyle birlikte protesto eylemlerine katılmıştı. Elektronik Fakültesi dekanıyken 1978 yılında, 20 Ekim gününde ülkücüler tarafından vurularak öldürülmüş, cenazesi 22 Ekim 1978 yılında İTÜ Gümüşsuyu önünden kaldırılmıştır. Bedri Karafakioğlu aynı zamanda İTÜ Elektrik-Elektronik Fakültesi’nin kurulmasına da öncülük etmiştir. Gümüşsuyu ve Taşkışla kampüslerimizin arasındaki caddeye ve Maslak kampüsümüzün elektronik fakültesinin önündeki caddeye onun adı verilmiştir.

İTÜ’de öğrenci birliği başkanlığı yapmış İnşaat yüksek mühendisi Harun Karadeniz ise kanser olmasına rağmen tedavi görmek için uzun süre yurtdışına gitmesine izin verilmediği için önce kolunu kaybetmiş, ardından yurtdışına tedavi için çıkmasına izin verilmiş ancak artık çok geç olduğu için tedavi başarılı olamamış ve hayatını kaybetmiştir. Harun Karadeniz, aynı zamanda toplumcu bir mühendis olarak birinci İstanbul boğaz köprüsünün yapıldığı dönemlerde örgütlenen “Boğaz’a değil, Zap Suyu’na Köprü!” kampanyasına da Deniz Gezmişlerle birlikte öncülük ederek Zap Suyu’na tamamen gençlik örgütleri ve yerli halkla birlikte köprü yapılmasına katkı sağlamıştır. Uğur Mumcu “Sesleniş” adlı eserinde Harun Karadeniz için şu satırları yazmıştır:

“Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…”

Ve bileceğiniz üzere, Uğur Mumcu da faili meçhul cinayetlerin tavan yaptığı yıllarda, arabasının altına yerleştirilen bir bomba ile hayatını kaybetmiştir. Bu ülkenin bir adım daha güzel olması için nice aydınlarımız can vermiştir ve hala vermektedir.

Bilelim.